Bir ara Osmanlıcılık-İslamcılık-Milliyetçilik dilemması yaşandı. Sonra ayrıntıların içinde neyin tartışıldığı ve neyin arandığı pek belli olmadı. Manda, İstiklâl Savaşı, Padişah-Cumhuriyet, tek veya çok partili rejim, askerî vesayetli ve darbeli laik dönemler, sonra Türk-İslam veya ağırlıklı olarak İslam, her zaman kendini duyuran milliyetçilik, bir ara Avrupa Birliği vizyonu ve sonra terki ve nihayet … ne? Şu an geniş resimde iki tarz-ı siyaset görünüyor. Biri şu: Hemen hemen bütün dünya (Batı, AB, ABD ve komşuların çoğu) Türkiye’ye karşı. Türkiye doğru ve başarı yolda, ama kıskananlar veya önyargılı olanlar veya korkanlar rahat durmuyor, terörü destekleyerek sorun yaratıyorlar. Yani sorun dış ve iç düşmanlar. Kusurumuz? Aslında pek yok. Yanlışlar yapılıyor olabilir ama büyük resimde sorunu yaratan ve sorumlu olan güçler belli: Küreselleşme, Yeni Orta Doğu projesi, emperyalizm, kapitalizm, islamofobi, kısacası Türk düşmanı çıkar çevreleri başrolde. İç siyasetin de bu genel şemaya ve algıya göre açıklanması doğal. Siyasi muhalefet bu ilişkiler ağının neresine yerleştirilecek? Dış düşmanlarla iç düşmanların ortak hedefi ülkenin başında bulunanlar... Düşman saldırırken baştakilere karşı çıkmak, muhalefetin de düşman safında görünmesine neden olur. Baştakilere karşı çıkanların genel şer planın aktörleri olarak algılanması normal, hatta kaçınılmaz. “Mesele vatan ise gerisi teferruattır” anlayışı bu anlamdadır. Ve herhalde yanlış da değildir. Kurtuluş savaşı verirken bazı yurttaş haklarının kısıtlanması, bütün güçlerin bir tek amaca yöneltilmesi gerekir: Vatanı kurtarmak. Hukuk da ona göre yeniden “ayarlanır”. Yine aynı mantık: eğer düşmanlar saldırıyorsa lider kadrosunun etrafında kenetleşmek gerek. Tersinden okursak: Birileri muhalefeti susturmak istiyorsa “düşman saldırıyor” görüşünü pekiştirmesi yeterlidir. Muhalefete alerjik olan antidemokratik rejimlerde “düşman algısı” bu yüzden çok yaygındır. İkinci tarz siyaset, farklı bir dünya algısına dayanır. Dünyanın derdi Türkiye’yi bölmek veya yok etmek değil. Arada bunu isteyenler tabii ki çıkmıyor değil, ama pek çok ülke de normal bir Türkiye’nin var olmasını çıkarlarına uygun görüyor. Bunca düşmanın son yıllarda birden belirmesinin başka bir açıklaması da olabilir: İsrail’e “çocuk katilleri”, Almanlar’a Nazi, Fransızlar’a faşist ve ruh hastası, ABD’ye emperyalist, Yunanlılar’a şımarık, Kürtler’e ve muhalefete terörist der, onları öyle algılar, sağa sola “haklı” askeri müdahalelere başvurunca tabii ki düşmanlar da var olacak. Uzlaşmayı ve ödün vermeyi “boyun eğmek” olarak algılamak, uluslararası diplomasiyi bir mahalle kabadayısı kavgası olarak yaşamak düşman sayısını artırır. Hangi siyaset tarzı daha gerçekçi ve yararlı? Hangi “çerçeve” doğru, hangisi yanlış? Bu konuda kimse kimseyi ikna edeceğini sanmıyorum. Taraflar kendi gruplarını oluşturmuş, dünyayı da ona göre okuyorlar. Birinin görüşünü değiştirmek, paranoyaya yakalanmış birine yanlışını göstermek kadar zor. Buna yeltenirseniz, hemen komplonun bir parçası sayılırsınız! “Durum apaçık ortada, görmemesi imkânsız, demek ki bu da düşman!” Sanırım bir şey değişecekse, o ilk adımdaki sapmadan başlamak gerek: “Herkes bize düşman”, “bize karşı planları var”, “bizi sevmiyorlar, kin besliyorlar”dan başlamak gerek. Bu düşman algısına “kendi kendini kanıtlayan kehanet” (self-fulfilling prophesy) derler. Düşman görenler, ona göre davranır, karşı tarafta tepki doğar ve sonunda etraf gerçekten düşmanlarla dolar! Sonra da “düşman olduklarını biz başından söylemiştik, zaten” diye kâhin kesilirler. Son zamanlarda Türkiye’nin coğrafyasında bulunan bazı ülkeler silahlanmaya hız verdi. Bunlar bir süre önce Türkiye tarafından düşman ilan edilmişti, sürekli bir güç söylemini kullanarak. “Düşmanlar” silahlanmalarını tamamlayınca Türkiye rahatlıkla “düşman öngörüsünün” ne kadar isabetli olduğunu ilan edecek. Kısır döngünün sonlandırılması düşman görmemekten başlar. Ama paranoyanın aşılması aslında çok zor; kişinin kusurunu kabul etmesi kadar zor. *
Ahval
|