
Herkül Millas 31/05/2016 Yeni Hayat
Aynı dönemde ve aynı mekânda yaşayan insanlar çevrelerinde cereyan eden olayları neden farklı yorumlar? Bu çok basit bir sorudur ama yanıtı hiç de kolay değil. Bir söz söylenir, bir facia yaşanır, ekonomide bir gelişme görülür, biri birine kötü davranır vb. Bunlar herkesin gözü önünde yer alır. Geçmişte değil, bugün olmuştur. Her olayın bin tane şahidi vardır. Ve ilginçtir, bu olaylar hakkında birbiriyle bütünüyle ters olan yorumları okur ve duyarız. Neden ortak bir yargıya varamıyoruz? Bu farklı yorumlar ve değerlendirmeler – ve tabii farklı “gerçekler” – her alanda görülebilir: İdeolojilerde, siyasette, sanatta, sporda, aileler arası sürtüşmelerde vb. Belli bir “grup” oluşturan insanlar bir şeyi “beyaz” görürken, öte yanda başka bir grup insan aynı şeyi “siyah” görür. Bu şaşırtıcı durum öylesine yaygın ki, artık bu kutuplaşmanın tuhaflığını görmez oluyoruz. Normal sayarız. Örneğin, bir futbol karşılaşmasında, statta herkesin gözü önünde “tartışmalı” bir ofsayt veya faul kararı yaşanır. Taraftarlar, ikiye ayrılır, ama takımlarına göre. Birileri hakem kararı doğrudur derken ötekiler yanlıştır der. Arada karşı taraf haklıdır diyen de çıkabilir ama genel yaklaşım, büyük oranda “bizim” tarafın savunulmasıdır.
Milli konular siyah/beyazdır Milli konular özellikle siyah/beyazdır. Hindistan ile Pakistan çatışmasında “kim haklı” diye bu halklara sorarsanız, bir milyar Hintli ve iki yüz milyon Pakistanlı “biz haklıyız” diyecektir. Karşı taraf haklıdır diyen olsa da istatistikî olarak bu oran sıfıra yakındır. İsrail-Arap; Çin-Japonya çatışmaları da bu siyah/beyaz görüşün klasik örnekleridir. Din konusu da öyle. Ben altı-yedi yaşlarımdayken apartmanımızdaki iki arkadaşımla bu konuyu tartışmıştık, kimin dini daha doğrudur diye. Ohannes Ermeni Gregoryendi, Ali Müslüman ve ben Ortodoks Hıristiyan. Her birimiz kendi dinini savundu. Baktık olmuyor, “annemize soralım” dedik. Yeniden bir araya geldiğimizde annelerimizin de aynı şeyi söylediğini gördük: “bizimki doğrudur”. Bu olayı hiç unutmadım. Sonra aynı “eğilimi” sağ-sol tartışmalarında da yaşadım. İdeolojiler konusunda herkesin doğrusu kuşku götürmüyordu. Geçen yazımda “paradigma” kavramından söz etmem, bu alanda bana oldukça yardımcı olduğundandır. Demek ki, diyorum şimdi, herkesin bir doğrusu (paradigması) var. Bu “bizim gerçek” yeterince yeterli oluyor bazı insanlar için. Farklı görüşlerle karşılaşanlar, bunları ellerinin tersiyle bir yana itip, “yanlıştır” deyip rahatlıyorlar. İnsanlar tutarsızlıklarını nasıl görmez Gençken “gerçeklerim” konusunda çevremdeki insanlarla sonsuz tartışmalara girişirdim. Tabii kendi “gerçeğimi” kanıtlamaya ve “ötekini” inandırmaya (ve hele mat etmeye!) çalışarak. Daha sonraları o tartışmaların asıl amacının kendi kuşkularımı gidermek için bazı durumları karşımdakine kabul ettirmek olduğunu anlar gibi oldum. Son yıllarda daha çok insanların düşünme biçimlerini anlamaya çalışıyorum. Bazı insanî durumlar bende rahatsızlık nedeni de oluyor. Örneğin, şu soruların cevabını bilemediğimden bir tedirginlik yaşarım: İnsanlar görüşleriyle (paradigmalarıyla) ilgili çelişkilerini, tutarsızlıklarına nasıl görmez? Bu durumu ne tür savunmalarla haklı göstermeye çalışırlar? Kendi grubunun doğrusuyla karşı grubun doğrusu siyah/beyaz kadar farklıysa, kendi grubunun doğrusundan biraz olsun kuşku duyması gerekmez mi? İnsanlar nasıl oluyor da doğru bildiklerine böylesine inanıyor? Bir Pakistanlı, örneğin, “bir milyar Hintli benim haksız olduğunu söylüyor, acaba …” deyip kendi görüşünden neden biraz olsun kuşku duymaz?
Kendimizi anlayabilir miyiz? Paradigma kavramı bu tür durumları tarif eder: bir grubu tatmin eden bir tutumu, bir dünya görüşünü, bir teoriyi anlatır. Sonunda “insanlar şöyle düşünür ve davranırmış” diyoruz. Ama bir adım daha giderek, tarifin nedenleri de ele alınabilir. Çünkü nedenlerle ilgili “ayrıntılar” paradigmaların çöküşünün mekanizmalarını da gösterir. Paradigmaları koruyan ve yaşatan yaklaşımların en önemlileri, farkında bile olmadığımız ve kendimizi de aldatan bazı tercihlerimizdir: seçmeci düşünmek, suskunlukla geçiştirmek, çelişkileri görememek veya görmek istememek, çifte standart ve stereotipler kullanmak gibi. Ve bütün bunlar bilinç dışında çalışır. Yani isteyerek yaptığımız değil “otomatik” olarak çalışan seçeneklerimizdir bunlar. Herhalde bu alanda Sigmund Freud’e (1856-1939) çok şey borçluyuz. Freud insanların bilincinde olmadıkları bir dünyaları olduğunu, farkında olmadıkları istekleri, savunma mekanizmaları, inanma ihtiyacında oldukları mitosları olduğunu en açık biçimde ilk söyleyenlerdendir. Freud “bilinçaltı” kavramını popüler kılandır. Yani bizim içimizde olan ve bizi “aldatan” yanımızı göstermiştir. (Freud’ist hiç değilim; ama bilinç dışı kavramını çok işlevli sayıyorum!) ‘Gerçek’ aslanın ağzında! Bu yazımda vurgulamak istediğim, “gerçeği” aramanın en önemli adımının kendimizi anlamak olduğudur. Kendimizin ne tür zaafları, eksiklikleri, eğilimleri, ihtiyaçları, alışkanlıkları, fobileri olduğunu anladığımızda, yanlışlarımızı da görmeye başlarız. Bu yolu izlediğimizde “gerçeğe” varmayacağız – belki böyle mutlak bir fırsat bize hiç verilmeyecek – ama herhalde yanlışlarımız daha az olacaktır. Olaylara daha mesafeli bakacağız, daha dikkatli olacağız, daha eleştirel ve hele öz-eleştirel olacağız. Tabii ki daha hakkaniyetli de olacağız, çünkü yalnız “ötekini” eleştirmekle kalmayacağız. Kendimizi de yoklayacağız. Çünkü içimizde bize yalanlar söyleyen veya en azından bazı “gerçekleri” saklayan yanımızın varlığını artık biliyor olacağız. Bu insan hallerine farklı bilimsel yöntemlerle yaklaşılır. Kimileri bu olaylara tarihî ve sosyolojik açıdan, başkaları psikoloji ve felsefi açıdan bakar örneğin. Ama her bilimsel disiplinin içinde de büyük farklılıklar gözlenir. Yani “farklar neden vardır” sorununu ele alırken yeniden farklılıklar yaşanır! Farkları sınıfsal ve çıkar analizleriyle açıklayanlar da var, etik açıdan da. Farklı “tercihlerimize” özellikle son on yıllarda “kimlik” araştırmalarıyla açıklamak oldukça yaygın bir eğilim oldu. Aslında, bu farklı yaklaşımlar, bir yanda ayrıntılara el atmamızı sağlıyor, ama öte yanda “bir tek” olan insanı pek çok parçalara ayırdığımızdan bütünü görmezlikten gelmemizi neden oluyor. Yani “gerçek” aslanın ağzında! *
|