Kimliklerle İlgili Yazılar
Wednesday, 24 April 2013 08:56    PDF Print E-mail


Herkül Millas, 1955-2013


1

Kendimi anlatırken

 

23/11/2010, Zaman Gazetesi 

Kimliğimin huzuru

7-19 Kasım 2010 tarihleri arasında ABD'nde üç üniversitede, Arizona (Tuscon Üniversitesi), New Mexico (Albuquerque Ün.) ve Rhode Island (Brown Ün.), birer (birinde iki) konuşma yapmak üzere davetliydim. Oralarda olduğumu duyan "Zaman okuyucuları" - aslında Teksas'ta faal olan “Raindrop, Turkish House” mensupları - beni son anda Houston'a da davet ettiler. Böylece toplam beş konuşma etti. Eşimle güzel günler yaşadık, çok hoş insanlar tanıdık, bedensel bir yorgunluk hissetmekle birlikte dinlenmiş ve güç kazanmış olarak Atina’ya döndük.
Benden Türk-Yunan ilişkileri konusunda konuşmam istenmişti. Ben de her iki ülkede milli kimliğin karşılıklı olarak nasıl oluştuğu konusunda konuştum, milli önyargıları, stereotip yaratan bağnaz eğitimi, görmezlikten gelinen ve reddedilen ortak kültürü, zaaflarımızın nasıl bilincinde olmadığımızı anlattım. Üzücü şeyler bunlar, ama komik de. Arada güldük ağlanacak halimize – insanlığın hallerine.
Bu konular açıldığında, herhalde tuttuğum “takım” açıkça belli olmadığından olacak, soru cevap süresinde bana hep "sen nesin?" "nasıl hissediyorsun" "kendini nasıl tanımlıyorsun" gibi sorular yöneltildiğinden bu kez önceden hazırlıklıydım. Dinleyicilerime verdiğim yanıtı burada da tekrarlayayım, merak edenleriniz olabilir. Yanıtım şöyle olmuştur:
Beni şaşırtan ve ilginç gelen, “nesin” sorusuna zaman içinde farklı yanıtlar vermiş olmuş olmam. Bu çeşitlilik yanıtlarımın beni tam olarak tatmin etmemiş olmasından olsa gerek. Çocuk yaşta İstanbul’da kendimi "Rum" bilirdim. Bu benim seçtiğim bir kimlik değildi, geniş çevrenin benim için yakışık bulduğu etiketti. Genç yasta Türk solu içinde kendimi bir Türkiye yurttaşı olarak gördüm. Geniş çevre içinde bana inanan pek çıkmazdı ama 1960'larin TİP içinde bu kimlikle rahattım. Türk-Yunan ilişkileri benim ilgi alanım olduğu 1970'li yıllarda kendimi yarı yarıya Türk ve Yunan olarak görmeye kalkıştım ama bu "yarı" olma durumu bana çok sakat geldi; tam bir Türk ve tam bir Yunan demeyi denedim. Her iki ülkede de tam entegre olmuş bir vatandaş anlamındaydı bu kimlik. Ama sonra bazı Türklere ve bazı Yunanlılara bakıp ne dediklerini dinlerken "benim bunlarla ne ilişkim olabilir ki!" deyip ben ne o ne de ötekinden olabilirim, bu kimliklerden bütünüyle uzağım dedim - içimden tabii.
Bu arada, özellikle kamuya açık toplantılarda bana hep sorarlardı, "sen nesin?" diye. Onlardan mısın, bizden misin anlamındaydı soru ve bunu anlamadan rahat edemezlerdi. Ankara’da Siyasal Bilgilerde bir konuşmama başlamadan önce (1990’li yıllardı) beni dinleyicilere tanıtan dostum ve hocam Sina Aksin'e "Sen nesin diye sorduklarında müdahale etme ben cevap vereyim" demiştim, bana şaşkın bakmıştı. Daha konuşmama başlamadan hocalardan biri ayağa kalkıp o zor soruyu bana yöneltince Sina hocam daha da şaşırdı: Soracaklarını nasıl bildin diye sormuştu toplantıdan sonra. Bu kez de Yunan kökenli Türk demiştim yanlış hatırlamıyorsam. Bir TV programında malum (melun!) soruyu soran Reha Muhtar'a "azınlık üyelerine bu tür sorular sormak yakışık değildir, hatta ayıptır, onları zor durumda bırakıyorsunuz" demiştim. Yale Üniversitesinde bir Türk-Yunan panelinde (1999 yılıydı) salonun en arkalarında oturan Emre Kongar ayni soruyu bağırdı. O gün de, "ben azınlık üyesiyim, kendimi nasıl belirlediğim hiç önemli değil, bizlerin kimliğini nasıl olsa başkaları belirliyor, siz beni nasıl görüyorsanız aynen öyleyim" demiştim. (Bu hâlâ beğendiğim bir cevap olmuştur).
Bir ara yakın dostum da olan Yunanlı bir emekli diplomat bana "nasıl hissettiğimi" sordu. Anlamazlığa getirip teşekkür ettim, çok iyi hissettiğimi söyledim. Yok, yanlış anlamıştım, milli açıdan nasıl hissettiğimi sorduğunu açıkladı. Ha, dedim, bakın, sık sık Yunanlı hissederim kendimi, ama böyle hissedince çok sıkılıyorum, dedim. Ağzı hafif açık, bakakaldı. Anladı mı ne dediğimi pek emin değilim.
Bunca deneyimden sonra Amerika'da hazırlıklıydım. Bütün bu yanıtlarımı anlattım ve sonra bu yılki yanıtımı verdim (ilerde ne derim bilemem tabi!): Bu soru milliyetçi bir sorudur. Bir varsayıma dayanır. İnsanlar ille de belli milli bir kimlik taşıyacak, ya bizden olacak ya da Öteki. Oysa hayat, toplumlar ve insanlar çok renklidir, çeşitlilik esastır. Bu soru yanlış bir sorudur. Düşünün dedim, bir Türk Almanya'da bir Alman kadınla evleniyor, bir çocukları oluyor; aile dengeliyse mutlu büyüyor çocuk. Ta ki babasının köyüne gider ve büyük babası “sen nesin” diye sorar. Çocuk kimi reddedeceğini bilemediğinden bunalıma girer. Soru aşılmaz bir sorun yaratır. Ne annesini ne de babasını Öteki olarak göremez. Ve ayni anda görür ki dedesi onu tam da bu yüzden dışlamaktadır. Yanlış sorular açmazlar yaratır demek istiyorum.
İnsanın pek çok kimliği vardır. Ben aynı anda erkeğim, babayım, solda veya sağdayım, yani ideolojik bir kimliğim vardır, bir parti kimliğim olabilir, mühendis veya sosyal bilimci sayabilirim kendimi, bir dini cemaatin üyesi olabilirim, futbol takımım yenilince yemek yiyemeyenlerden olabilirim. Neden "nesin?" sorusunun cevabi milli kimlik olsun ki! Anlatmaya çalıştım: Çünkü milli dönemi yasıyoruz. Günümüzde dünyanın en hızlı adamını milli bir bayrağa bürünmezse olimpiyatlarda koşturmazlar, milli pasaport taşımayan sınırları geçemez, milli bir kimliği öne çıkarmazsanız size hain veya kuşkulu insan bile diyebilirler. Şimdilik böyle bir dönemdeyiz.
Oysa kimliği kültürel bir zenginlik olarak görmek isteyenler olabilir. Bugünün toplumları çok yanlı kültür zenginliğini duymak istemiyor. Hayali (uyduruk da diyebiliriz) bir kimlik yaratarak huzuru arıyorlar. Arada İstanbullu olduğumu “hissederim”. Ama bu kimlik zaman ve dar mekânla, bir mahalle ile sınırlı: 1960’ların bir semtinedir bağımlılığım. Kuşun yuvasına, kedinin evine, solucanın toprak deliğine duyduğu eğilim gibi bir şey. Bu ne bayraklarla, ne marşlarla, ne zaferlerle ve hele ne kıvanç ve gururla ilişkilidir. Özlemli bir huzurdur yine de.

*

2

Mart 1995 tarihinde Toplumsal Tarih dergisinde yayılandı ve Mayıs-Haziran 1995 tarihli Türkiye Günlüğü iktibas edildi.


“Türk Kimliği” ve Tarihin Kaynakları


Bozkurt Güvenç'in Türk Kimliği - Kültür Tarihinin Kaynakları adlı çalışması (Kültür bakanlığı, 1994) son yıllarda geniş çapta tartışılan bir konuyu işlemekledir Türk kimliğini, Türk ulusunun bilinç ve inanç alanındaki birliğini oluşturan, ya da bu birliğin oluşmasını sağlayacak olan düşünce kalıplarım. Ben kitabın ikinci baskısını okudum. Kitabı büyük bir ilgiyle, bilgi ve düşünce alanımı genişleterek ve akıcı üslûbu sayesinde kolaylıkla ve bir çırpıda okudum. Geniş çapta tanınması, incelenmesi gereken bu kitap, bir tartışma olanağı yarattığı için de ayrıca yararlı olabilir.
Burada eksik ya da yanlış gördüğüm kimi değerlendirmelere değineceğim. Yazımın pek uzun olmaması için kitabın birçok olumlu yanına değinmek istemiyorum. Okuyucu genellikle olumlu yanlan okuma sırasında zaten görür, anlar ve benimser. Gözden kaçan, kimi eksiklikler ya da çelişkilerdir. Eleştirinin de böyle "haksız" bir yanı vardır; genellikle eksiği vurgular. Bunu baştan yeniden anımsatayım: okunması gereken bir kitaptır Türk Kimliği, Zaten sayın B. Güvenç ile aramızda sanırım, toplumsal kaygı ve düşlerimizden öte başka ortak yanlarımız da var; her ikimiz de teknik ağırlıklı bir başlangıçtan sonra (birimiz mimar, birimiz mühendis), sosyal bilimlere yöneldik (birimiz insanbilimine, birimiz siyaset bilimine) ve en sonunda biraz (?) çizmeden yukarı çıkıp tarih alanına, izinsiz, girdik. Bu yazıyı yakın iki insanın bir diyalogu gibi görmek istiyorum.
Kitabın hemen başında şunları okuyoruz: "Kişi, toplumun tarihim biliyorsa... neden sorun olsun ki? Ancak, toplumun tarihi, ya da tarihleri, yazılmamışsa, yazılanlar okunmuyorsa, okunanlar anlaşılmıyorsa ya da benimsenmiyorsa orada talihsiz bir durum: "talihsizlik" var demektir... (İnandırıcı olmayan ulusal tarihten başka) Toplumun kültür tarihi (de) yazılmamışsa kimlik bunalımı kaçınılmaz olmaktadır. Halkımızın uzun ve büyük bir kültür tarihi vardı ama yazılmamıştı." (s. 9-12).
Kitaptaki egemen çabanın, bu "yazılmamış" kültür tarihini ortaya çıkarmak olduğu izlenimi doğdu bende. Anadolu kültürlerinin, Orta Asya Türklerinin tarih öncesi dönemlere uzanan ayrıntılarının, Osmanlı Devleti'nin yapısıyla son dönemlerle ilgili tartışmaların bölümler boyu işlenmesi, herhalde bir tarih incelemesi sonucunda"Türk Kimliği"nin ortaya konması çabasıdır. Oysa kimlik sorununun "bilgi eksikliğinden" değil, farklı değerlerin ve "bilgilerin" aynı zamanda insanlar üzerinde yoğun ve çelişkili etkilerde bulunmalarından doğduğunu düşünmek daha gerçekçi bir yaklaşımdır. Ümmetine bağlı kara cahil çiftçinin, yüzyıllar boyu, hiç kimlik sorunu olmamıştı. Bağnaz öğretmeni tarafından beyni yıkanmış şoven milliyetçi gencin de kimlik sorunu olmayabilir. Sorun, belki tam tersine, bu tür insanların farklı kültür ve "bilgi"lerle karşı karşıya geldiklerinde başlar. Farklı mesajları "anlamlı" bir çerçeve içine yerleştirip, birleştirip, "bir" kimlik oluşturamazlar; kimlikler ve "bilgi" enflasyonu, sorunu yaratır.
Sanırım bu nedenden bu çalışmada tarihin kendisine çok daha az ağırlık verip başka alanlara daha fazla önem verilmeliydi. Örneğin Hititler'in, Truva'nın, İyonyalılar'ın vb. tarihini bir yana bırakıp Türk tarihçiliğinin, toplumun, genel olarak ülke yurttaşlarının bu konulan nasıl ele aldığına bakılmalıydı. Bu yaklaşımlar ve farklı yorumlar hangi tarihsel, toplumbilimsel, ruhbilimsel ve ideolojik nedenlerle bu somut formu almışlardı, buna bakılmalıydı. Bu yaklaşımlar ve farklı yorumlar hangi tarihsel, toplumbilimsel, ruhbilimsel ve ideolojik nedenlerle bu somut formu almışlardı, buna bakılmalıydı. Herhalde böyle bir çalışmada kendimizi de, yorum getiren öznel toplumsal bir güç gibi algılayıp, elden geldiğinde bir tarihsel ve ideolojik içerik içinde görmeye -ve içtenlikle böyle göstermeye- çalışmalıyız.
Aydınlanma çağının "nesnellik" savı, Marx ve Freud'dan sonra (çağdaş kuşkucu felsefi anlayışları kullanma hakkımı saklı tutuyorum) Özellikle sosyal bilimcilerce eski anlamıyla pek savunulmamaktadır. Ama iki şeyi beklerdik: a) Türkiye'de gündemde olan bütün "kimliklerin" -taraftarlarının yaklaşımlarını "anlamaya" çalışarak, yani kendimizi onların yerine koyarak (empathy ile) - dile getirilmesini, b) yazarın yeğlediği kimliğin göreli olduğunun bilincinde olmasını. Sayın B. Güvenç bu kitabında Türk kimliği sorununu işlerken "nesnellik" sınırlarını zorlamamıştır; kendi kimlik anlayışını ve yorumunu dile getirmiştir. Yazar kendi gibi düşünmeyenleri, "tarihî bilgisizlikle" açıklayabilme yolunu seçmiş, kendi gibi düşünenleri ise "doğru" bilginin sahibi olarak.
Türk-İslam sentezcilerine. Resmi Tarih Tezi'ne, Türkçüler'e karşı çıktıktan sonra (s. 47-49) yazar kendi gerçeğinden söz ediyor: "Anadolu gerçeğinin yürekli sözcüsü Eyüboğlu'na göre Anadolu medeniyetlerini kurup yaşatanlar, Türk kökenli olmasalar bile biz Türkler, Anadolu kültür tarihinin, mirasçıları idik... Halkımızın tarihi Anadolu tarihidir". Türk kimliği, yazara göre Anadolu kültürlerine, Anadolu'ya göç den Orta Asya Türkleri'ne, Müslüman Türkler'e, laik Türkler'e uzanıyor. "Bunların hepsi biziz, biz hepsiyiz... Bu denemede, kültür tarihinden alınması gereken dersin kanıtları, belgeleri sunuluyor". Ama bu yaklaşımla satranç tahtasının yine birinci karesindeyiz. Türk halkının çok küçük bir kesimi "Anadolucu" kimliğe inanıyor. Ben de bu yorumu inandırıcı bulmuyorum. Sanırım, sayın Bozkurt Güvenç de bu görüşe içtenlikle inanmıyor. Açıklayayım.
Ulusal birlik günümüzde ırk anlığına dayandırılmıyor. Değil yalnız dinci çevreler, ama milliyetçi çevreler de (kimi istisnalar dışında) ırk söylemini ideolojilerinin temel taşına dönüştürme eğilimini sergilemiyorlar. Türk kimliği, dünyada görülen uygulamaların paralelinde, bir "kültür" ya da "inanç" temeline dayandırılmak isteniyor. Anadolu'da halkların ırk açısından karıştığı ve bir sentez oluşturduğu da bilinen bir tarihsel gerçektir; ama kimlikle ilgili sorun, ırk sentezine dayandırılamaz. Çünkü ırk sentezinin oluştuğu durumlarda bile kültür sentezi oluşmayabilir. Örneğin Bizans kimliği eski Yunan kimliğine (ve İyonya'ya) karşı oluştu; Osmanlı kimliği Hıristiyan Bizans'a karşı oluştu. Kültürler arasında kuşkusuz sonsuz etkiler her zaman olmuştur; ama ırklar karıştı diye kültür alanında da her zaman sentez oluştu denemez. Egemen kültür bir önceki kültürün yerine geçebilir. Bizans eski Yuııan'ın devamı ya da Yahudi/Antik Yunan "sentezi" değildi; başka bir kültürdü. Irkların sentezi, kültür ve kimlik sentezi demek değildir. Böyle bir anlayış ırkçı bir anlayışı da çağrıştırmaktadır.
Ama çok daha önemlisi, Türkiye halkı, Aydınlanma'nın hayranı bir avuç aydının beğenilerini paylaşmıyor. Halk kitleleri ırkların karışımım kabul etse bile, geleneksel inançlarını bir yana bırakarak, kültürlerle kimliklerin birliğini ya da sentezini kabul edememektedir/etmemektedir Atalarını düşünürken Mehmed/Fatma ya da Cengiz/Gül gibi adlar geliyor akıllarına; ama Hititler, Hıristiyanlar ya da Yunanlılar gelmiyor. Ne denli zorlarsanız, Müslüman bir Türk, çocuğuna Şupiluliuma (Hitit), Parmenides (İyonya) ya da Eleni (Bizans) gibi "ata" adlan takmaz; böyle atalara sahip çıkmaz. B. Güvenç'in kendisi bile, hem "biz Türkler tüm Anadolu halklarının senteziyiz" demekte, hem de kitabın üçüncü bölümünde "Türkler'in tarihî kökleri"ni Orta Asya'da araştırıp bulmakta ve "Türklük bir dil-kültür sentezidir" diyebilmektedir (s.88). Her zaman "en eski ve öz kökenler bilincini" taşıma gereğini duyan "ulusal kimlik", hangi tutarlılıkla yabancı ve hatta rakip halklar ve dinlerle özdeş sayılan başka eski topluluklarla "akrabalığı" kabul edebilir?
Kültür birliği kavramı bu kitapta çelişkili bir söylem içinde tekrarlanmaktadır. Halkların,cemaatlerin vb. bir arada bulunmaları kültür birliği olarak algılanmakta, ama aynı zamanda karşıt kimliklerin varlığı da kabul edilmektedir (Müslümanlar, Hıristiyanlar, dil grupları, etnik gruplar arasında). Sonunda Anadolu'da ortak bir kimlik oluşmuş muydu, "Bunların hepsi biziz, biz hepsiyiz" ne anlama gelmektedir, pek belli olmuyor.
Kitaptan birkaç cümle alıp yanyana getirelim: "M. Kemal sonradan yapılmış Türk-İslam ya da yanıltıcı Doğu-Batı sentezi önerilerine aldanıp ödün vermemiş, Türk adında direnerek Türkiye Cumhuriyeti'ni kurmuştur... Bütün güçlük, Türkiye ile Türklüğün, Osmanlı kimliğini benimsememiş fakat Türk olduğunun da bilincine varmamış Türklere nasıl kabul ettirileceği sorusunda düğümleniyordu" (s. 231). Kimlere, ne, kim tarafından, kimin adına "kabul ettirilecekti"? "Türk bilinci taşımayan Türk" ne demektir? Kimlik sorunu, bu tür sorulara yanıt verilince çözümünü de bulmaya başlayacaktır.
Anadolu halkı ve kimliğiyle ilgili olarak şunları okuyoruz kitapta: "Osmanlı'nın tarihî kararı, Avrupa'nın Rönesans yüzyılına rastlıyordu... Gazali Türk-İslam düşüncesine egemen oluyordu... Osmanlı yakınçağlara bir ortaçağ Tanrı devleti olarak girdi ve bu kimliğini sonuna değin korudu" (s. 193-194): "Osmanlı Devleti... Sünni -Alevi ayırımı gütmüştür" (s. 181); "Türkler kendilerini Müslüman milletin üyesi olarak görüp algıladılar" (s. 23); Halkın dile getirdiği geleneksel "öykülerde, Müslüman olmuş Oğuz Boylarının yakın komşuları olan Ermeni, Rum ve Gürcü Beyliklerle savaşlarına... yer verilmektedir" (s. 111); "Fethedilen Küçük Asya halkı... yeni bir din, dil yani kültürel bir kimlik kazanması”nı görüyonız (s. 123); "Türkler tükenmedi Rum diyarında... Türk töresini, dilim, bağımsızlık ruhunu canlı tuttu" (s. 162) (bu ne tür kaynaşma ve sentez anlayışıdır?. H.M.); "Türkler... kendi kimliklerini Hıristiyan Dünyaya karşı görmeye başlamıştır" (s. 168); "Bizans'ta oluşan İslam karşıtı inançlar. Ortaçağ Avrupası'na ulaşmış, burada işlenip geliştirilerek (olumsuz) Türk imgesiyle bütünleştirilmiş, "Düşman Türk" imgesinin ana kaynağım oluşturmuştur" (s. 303).
Böylesine İslam ve Türk bilinci taşıyan bir topluma, kimilerinin istediği herhangi bir kimlik aşılanabilir mi? Çok dilli bir toplumda ille de tek dilli birlik istenebilir mi? "Tarihî varlığını diliyle koruyan Türk, bugünü diliyle yaşamakta, geleceğini yine diliyle tasarlamaktadır. Dil birliğinin tek (altını ben çiziyorum. H.M.) istisnası Kürt asıllı vatandaşlardır" (s. 436). Bu cümlesiyle sayın Bozkurt Güvenç Türk halkı içinde, unuttuğu kimi dil gruplarını yok(var)sayarak, yeniden kimlik sorunları yarattığını gerçekten anlamıyor mu?
Yazar kendi kimlik anlayışım hem pek inandırıcı olmayan bir biçimde dile getirmektedir, hem de tezinin kimi yetersizliklerini görmüyor gibidir. Kitap kimlik sorununa açıklık getirmektedir belki; ama Türkiye'de bu konuda var olan karışıklığı yeniden sergileyerek. Yazarın cümlelerinde, sağlıklı ulusal bir kimliğin oluşması için gerekli olan toplumsal "saygı"nın eksikliğini sezdiğini görmüyoruz. Şunları yazabilmektedir: Mahallemizde herkes birbirini tanır, sayardı... Bayramlarda... direkler arasında "Vatandaş Türkçe
konuş!" posterlerinin asıldığını anımsıyorum" (s. 238-239). Bütün bunların pek doğal sayıldığı bir ortamda sanırını kimlik sorunları da anlaşılır olmaktadır.
Kimi kavramlar ise kitapta hiç işlenmemiş. Sondan bir önceki sayfada "milliyetçi ideoloji" kavramından söz ediliyor. Sanıyorum bu ideoloji kitap içinde hemen hemen hiç işlenmemiş, Türkiye'deki uygulamalarına bakılmamıştır. Gene aynı sayfada "egemen kültür" terimini görüyoruz. Bu da işlenmemiş. Yanlışlara ve halkın kabul edebileceği "kimlik"e ışık tutulabilmesi için bu kavramların tarihsel gelişimine bakmak gerekecektir.
Kimlik sonunu daha pratik, yani uygulanabilecek ve Türk halkı tarafından kabul edilebilecek önerilerle daha sağlıklı kılınabilir. Temel ilke olarak, bu kimlik sonunda ne olacaksa, "herkesin aynı biçimde" kabul etmeye "zorlandığı" bir kimlik olmamalıdır. "Sentez" anlayışının arkasında zorlayıcı "birlik" anlayışı, tarihsel bir gelenekten süregelen merkezi yönetim anlayışı saklı duruyor gibidir. Biri Müslümanlığına, başka biri Hıristiyanlığına sarılamaz mı, biri Orta Asya'dan gelen atasına başka biri ise Bosnalı olan atasına saygı gösteremez mi? Ortak birleştirici öğenin dil olmasına da kaçınılmaz olarak gerek yoktur. Yeter ki, her yurttaşa bu özgürlük dünyasını gerçek ve olanaklı kılan bir toplum, bir ülke, bir devlet, bir vatan olsun.

*


3

Zaman, 11/1/2005

Kimlikler: Kimin Çocuklarıyız?


Turgut Özal 1988 yılında Atina ziyaretinde kuşkusuz bir iyi niyet jesti olarak ve halklar arasındaki yakınlığı vurgulamak isteğiyle konuşmasında bir ara ‘her iki ulus da ortak bir geçmişten, Osmanlı’dan geliyor’ anlamında bir cümle kullanmıştı. Yunan basını o günlerde bu ‘köken’ konusunda çok alınmış, neler yazmamıştı! ‘Bize Türk diyor’ diyenler çıktı, ‘büyükannelerimiz aleyhinde imalarda bulundu’, ‘egemenliğimizi, kimliğimizi tanımıyor’ ve daha neler neler.
İnsanlar ve hele uluslar bu köken konusunda neden böylesine duyarlı oluyor? Alt tarafı, eğer Darwin’e güveniniz sağlamsa hepimiz tekamül sonucu maymuna benzeyen bir tür yaratıktan geliyoruz; yok semavî dinlerin kutsal metinlerine inanıyorsanız Adem ile Havva’nın çocuklarıyız. Şöyle yada böyle tek kökendeniz. İnsan soyunun birçok farklı kökenden yola çıkarak bugüne vardığını savunan inanç yada teori bulmak olanaksız gibi.
Ancak ulusların kökeni konusu gündeme gelince referanslarımız bütünüyle değişiyor. İşin ‘başlangıcına’ hiç değinilmiyor. Hitler örneğin, kendi ırkının üstünlüğünü ‘ortadan’ başlattı. O üstün ırkın dünya yüzünde nasıl birden ortaya çıktığını anlatmaya hiç çalışmadı. Irkçılar hep yapar bunu. Aynen antik insanların Dünya’nın neye dayandığını anlattıkları gibi: Atlas’ın omuzlarındadır, Atlas ise koca bir kaplumbağanın üstünde, o ise koca bir denizde. Deniz nerede sorusuna ise girmediler. Köken de öyle: kökenin kökenine hiç değinilmiyor.

Bizanslı mıyız?
Fransa Cumhurbaşkanı Chirac ‘Hepimiz Bizans’ın çocuklarıyız’ deyince, zaten gündemde olan ‘kimlik sorunu’ körüklendi. Kimileri işin komik yanına baktılar – bu da ele alınacak konu mu, dediler – kimileri Osmanlıların ırk olarak çok karışık olduklarını anlatmaya koyuldu, kimileri ise ciddi ciddi kimliğimiz tehdit altındadır dedi. (Malûm, ‘din de elden gidiyor!’).
Bizanslılık biraz ‘Rumluk’ da içerdiği için yatıştırıcı sayılabilecek birkaç şey eklemek istiyorum. On sekizinci yüzyılda Yunan milliyetçiliği oluşmaya ve Yunan kimliği Hıristiyanlar arasında yaygınlaşmaya başladığı yıllarda (Yeni) Yunanlılarca Bizans ‘düşman güç’ olarak algılanırdı. Bu ulusçu Yunanlılar kendilerini Bizans’ın çocukları olarak görmezdi. Yunan ile Bizans arasında doğrudan bir bağın görülmemesi bir yana, Bizans müstebit ve yabancı bir boyunduruk sayılmaya başlandı. İlk Yunan romanı sayılan P. Soutsos’un ‘Leandros’ adlı romanında bile – yayın yılı 1834’tür- 1821 Yunan İhtilalinin bir deniz savaşı, Yunanlıların ‘Bizanslı donanmaya karşı savaşı’ olarak anlatılır; yani Osmanlıya Bizanslı denir.
Bizans’ın Yunan sayılması Yunan tarihçiliğinde 1850’lerden sonra oldu. Bu görüşü başlatanlar da belli, kitapları da. Ama sonradan Yunanlılar bu köken işine öylesine inandılar ki, bu kökenin nasıl sonradan ‘yakıştırıldığı’ anımsatılınca çoğu rahatsız olur. Bütün bunlardan çıkarılacak sonuç tarih felsefesiyle ilişkili bir derstir: yaygın olarak inanıldığının aksine, tarih eskilerden başlayıp bugünü anlatmaz, çağdaş dönemden yola koyulup eskileri yorumlar. Ve her dönemde geçmişi yeniden yorumlar. Bundan dolayı siyaset biliminde artık çağdaş toplumların varlığına da ‘hayali’ (imagined) denmektedir. Kimlikler de biraz öyledir: geçmişten bize varmazlar, biz eskilere uzanır biraz da keyfi bir biçimde beğendiklerimizi kendimize mal ederiz.

Köken arayışları
Köken arayışları ve önerileri Türk tarihçiliğinde de oldu. Klasik modele göre önce Osmanlıcılık sonra İslamcılık ve nihayet Türklük denendi. Bu arayışlar büyük oranda bir kimlik arayışıydı. Daha sonra Orta Asya insanları, Hititler ve Etiler de atalar olarak önerildi. Başkaları İyonyalılara yakın duydu kendilerini. Anadoluluyuz dediler. Nihayet Türk ve Türkiyeli tartışmalarını da duyduk. Bugün kimileri de kendilerini ‘Avrupalı’ sayıyordur, ‘kimlik’ olarak. Ve bunları sayarken yalnız üst kimliklerden söz ediyorum; alt kimlikler çok daha kalabalık olabiliyor.
Ben şahsen bu köken arama tutkusunu pek anlamadığımı itiraf etmeliyim. Kendim dedemin memleketine kadar uzanabiliyor, daha önceleri konusunda kimi tahminlerim oluyor ve bununla yetiniyorum. Daha öncesine varamadığım için Adem Baba yada bir maymunla yetinenlerle birlikte rahat hissediyorum. Kıvanç ve onur ihtiyacı duyduğumda kendi sınırlı yetenek ve başarılarımla yetiniyorum. (Mızıkçılık yapmıyorum!). Ve kimin çocukları olduğumuzu tartışanlara sormadan da edemiyorum. Nedir bu merak? Kimin çocukları olabilirsiniz ki, en kötü ihtimalde?
İster Bizanslı, ister Asyalı, ister Bulgar yada Arap olsun, ister Çinli yada Eskimo, ecdatlarınız yine insan değil mi? Türk yada Türkiyeli, Kürt yada Laz, yada Amerikalı, sarı yada siyahi, çekik gözlü, sarışın, esmer, ince yada kalın dudaklı...
Yunanlılar atik davrandı Bizanslıları ecdat seçti. Farklı bir seyir de izlenebilirdi! Bir ara Türk Tarih Tezi kapsamında Homeros’a da Ömer denmedi mi? Bugün Makedonlar Büyük İskender’e sahip çıkmıyor mu? Chirac da ‘Bizans’ grubuna katılmaya kalktı. Aslında jest yaptı, ‘yakınız’ demek istedi. Bu kimliği kabul etmek ile etmemek arasındaki kararın yarar yada zararını da pek göremiyorum. Alt tarafı bir isim sorunu! Ama kimileri için bu ‘kökenlerin’ ve kimliklerin nasıl hayati bir önemi olduğu apaçık belli. Sorun da sonunda kimliğin kendisi değil, kimlik sorununun soruna dönüşüyor olması.
Yanlış sorular sorulduğunda yanıtlar da kaçınılmaz olarak sorun olur. Babası Türk annesi Alman bir çocuk düşünün. Onun için dünya normaldir, çevresi hoşsa, kendisi sağlıklıysa mutludur da. Ta ki biri ona ‘sen Türk müsün, Alman mısın?’ sorusunu sorar. Bu biçimde sorulan siyah-beyaz ve kısır sorunun yanıtı yoktur, yalnız çocuğun bir seçim yapma zorunluluğu belirir şimdi. Ve artık çocuğun iç dünyası da eskisi gibi rahat olamayacaktır. İçinde, reddettiğinin gizli acısı kalacaktır. Yani kimlik sorunu büyük bir olasılıkla böyle özünde, Fransızca dendiği gibi bir ‘faux probleme’dir, sahte, uydurma bir problem; sosyo-psikolojik açıdan ise gerçek mi gerçek.

*

4

Zaman, 29/5/2003

‘Öteki’ ve ‘Biz’

Bu hafta İstanbul’da Balkanlı ‘Öteki’lerle iki konferansımız var: Yunanlılar ve Bulgarlarla. Birinci toplantıyı Boğaziçi Üniversitesi (26-27 Mayıs), ikinciyi Sofya’nın Balkan Politik Kulübü tertip etti (30 Mayıs-1 Haziran). Balkanların ve dünyanın ne kadar değiştiğinin işaretleridir bunlar. Farkında olmayanlara duyurulur!
‘Öteki’, tarihte hep var olmuştu ama yaygın bir kavram olarak yenidir. Çünkü bazı durumları insanlar yeni yeni anlamaya başladılar. ‘Biz’ dediğimizde, yani bir kimlik sahibi olduğumuzda ve bunu dile getirdiğimizde, bir yerlerde bizden olmayan birilerini de algıladığımızı son yıllarda anladık. ‘Öteki’nin yabancı, bizden farklı, dolayısıyla tuhaf, giderek bir tehlike gibi ve olumsuz anlaşıldığının ve bunun bütün toplumlara özgü bir duygu olduğunu son on yıllarda söylenmeye başladı. Bu dışlayıcı anlayışın zararlı yanları olduğu da.
Söyledik de ne oldu diyeceksiniz! Gerçekten de, bir durumun bilincine varılması önemli ama yeterli değildir. Ulusal kimliğin ortaya çıktığı yıllarda oluşan (düşman) ‘Öteki’ne artık yaklaşımımız önemli derecede değişti; en azından bir masanın etrafında oturup birlikte geçmişteki rezaletlerimizin otokritiğini yapabiliyoruz. Ama uyuşturucu maddeleri artık kullanmayan birinin tehlikeli aşamasındayız da: her an eski bağımlılığımıza dönebiliriz. Kaldı ki kimileri hâlâ o esrarın ve çekiciliğinin etkisinde.
‘Biz’ kimliği bir tane değildir, yalnız milli değildir. Dinimiz, memleketimiz (köyümüz, semtimiz anlamında), soyumuz, mesleğimiz, ideolojimiz, aile içindeki yerimiz (baba, yaşlı bir büyükanne, çocuk vb. olmamız), futbol takımımız, cinsiyetimiz (erkek/kadın), insan halimiz de öne çıkar, bunlar da bir ‘biz’ kimliği oluşturur. Milli devlet ve milliyetçilik bütün bu kimliklerin üzerinden silindir gibi geçip bir tek ‘milli’ kimliği öne çıkarmaya çalıştı. Ve büyük oranda da başardı. Ve yoksullaştık, tek tip insan olduk neredeyse. Yıllarca ‘Nesin?’ sorusuna etnik bir sıfatla yanıt vermek doğal sayıldı. ‘İnsanım’ demek ukalalık gibi algılandı.
Sait Faik ‘ben bayrakları değil insanları seviyorum’ derken bunu demek istememiş miydi? Acaba bu yazar nasıl aştı dar milli ‘biz’ kimliğini? Sanıyorum onun güçlü yanı Anadolu’nun çok eski ve köklü inancını, belki kendisi de farkında olmadan taşıyor olmasıydı: Tasavvuf’un herkesi ve her şeyi kapsayan anlayışını. Herkese ‘gel’ diyebilen yanını. Çağdaş bir Yunus Emre gibi her türlü ‘kitaba’ korkusuzca yaklaşabildi. Ama Sait Faik gibi daha niceleri kısır bir ulusal proje adına susturuldu. Yazarın öyküleri bile sansür edildi, yayınlanmadı; ‘Öteki’ne sevgiyle söz ettiği için.
Kavafis bir şiirinde şöyle der:
Peki, şimdi ne yapacağız biz böyle barbarsız?
Bir tür çözüm yoluydu bizim için bu insanlar
Gerçekten de birilerini düşman bellemeden yaşayamayacak insanlarımız var. Kendi kimliklerini, kıvancı ve tatmini kişisel yada milli bir güce dayayarak yaşamaya alışmış kimseler ‘Öteki’nin yokluğuyla kahrolurlar. Balkanlarda barış, uyum, dostluk ve işbirliği, itiraf etmeseler de, bir rahatsızlık kaynağıdır. Hep kaygılı olurlar bunları duyunca. Tuzaklardan kuşkulanırlar, saflık görürler bu girişimlerde. Bu tür bir dünyanın olamayacağını düşündüklerinden burun kıvırırlar bu yöndeki girişimlere. Anlamamız gerekir durumlarını. Karşıtlığa dayalı 1912 yıllarının kimlikleridir tehlikede olan.
Daha doksan yıl önce birbirimizi nasıl yok edip nasıl ‘Öteki’siz devlet kurarız diye savaşıyorduk. Balkan Savaşları ve bugüne kadar süregelen çeşitli ikili anlaşmazlıklar, ‘Öteki’nin öncü kolu sayılmış olan etnik azınlıkları nasıl def ederiz diye aralıksız uygulanan yüz kızartıcı baskılar; ve bugün ikili ilişkileri nasıl geliştiririz, çok kültürlü toplumu nasıl oluştururuz diye Balkanlılar olarak oturmuş konuşuyoruz. İyiye doğru bir gidiş kuşkusuz. Ama geçmişten de gerekli dersleri çıkarmak koşuluyla. Geçmişle ilgili ve gururumuzu okşayan mitoslar üzerine kurulacak bir ‘anlaşma’ aldatıcı olabilir, kalıcı olmayabilir. Zorluk da orada: ‘Öteki’nin eksikliklerini görmek çok kolayken, ‘biz’ konusundaki eksiklikleri görmek öylesine zor ki!

*

5

Zaman, 12/07/2005

Kimlik ve sınırlamaları

Kimliğimiz pasif bir yanımız, ‘tarafsız’ bir öğemiz değildir. Sinir sistemimiz gibi hiç uyumadan bizi kontrol eden, arada sınırlayan, bizi maceralara süren, bazen sevindiren bazen sıkıntılı yargılarla üzen, ‘bizden içeri olan’ ama bizi yönlendiren bir yanımızdır. Bunun öyle olduğunu genellikle görmememiz yine kimliğimizden dolayıdır. O ile biz ayrışmıyoruz; birmişiz gibi gelir bize. Bu sınırlama da kimliğin aktif işlevi yüzündendir.
Bu karmaşık düşünceler aklıma bir sınav yüzünden geldi. Üniversite derslerimden başka Atina’da Türkiye ile çalışmayı düşünen genç girişimcilere de dersler vermem istendi. İş çevrelerindeki bu genç insanlara kısaca Türkiye’nin yakın tarihini, siyasal dünyasını, ülke içindeki ideolojik gündemini, karşılaşacakları olası görüşleri anlatmaya çalıştım. Doğal olarak iki ülke ilişkilerine de değinmek gerekti. Bu ilişkilerin nasıl ulusal algılamalarla yüklü olduğunu ve hele her tarafın nasıl kendi ‘gerçeğini’ tek ve kuşkusuz gerçek olarak gördüğünü anlattım. Nasıl davranmaları ve hangi tepkilerden kaçınmaları da dersin kapsamındaydı.
Bir sınav sorusu...
Bu dersimin en kritik kısmını ulusal kimlik bölümü oluşturuyordu. Kimlik, dedim bu dersimde, boynumuza asılmış bir etiket, bir tabela gibi bir şey değildir. Derimizin altına işlenmiş bir mikroçip gibidir. Çalışır o, işler, bizi yönlendirir. Önyargıların, stereotiplerin, hep biz haklıyız anlayışının kökeni de öyle anlaşılır, dedim. Kimlik yalnız ‘Öteki’ni karikatürize etmez, kendimizi de dev aynasında gösterir, deforme eder. Bedeli var kimliğin. Yalnız kıvanç ve dayanışma kaynağı değildir. Ve bunun bilincinde olmayan, ne kendisi ile ne de komşusuyla barışık olabilir.
Sınavda da öğrencilerin bu söylediklerimi hangi derecede anlamış ve yeni bir düzeye çıkmış olduklarını gösterecek bir soru düşündüm. Şunu sordum: ‘Farz edin Türk ortağınız size şöyle bir soru yöneltiyor: Siz Yunanlılar neden Türkleri bu denli sevmiyorsunuz? Geçenlerde Yunanistan Başpiskoposu Türklere barbar demişti ve Yunan kamuoyundan bu lafa karşı tepkiler sınırlıydı. Neden tarihe bu denli bağlı kaldınız? Affetmediğiniz nedir? Okul kitaplarınızda Osmanlı İmparatorluğu konusunda neden olumlu göndermeler hiç yok?’
Yanıtlar düşündürücüydü. Cin gibi akıllı gençler afallamıştı. Aynada kendilerini görünce yüzlerini başka tarafa çevirdiler. Kimlik gerçeğini kabul etmek onlara herhalde çok zor gelmiş olmalı. Yirmi küsur gençten yalnız üçü açıkça durumu kabul edebildi. Çok azı şöyle yanıt verdi. ‘Biz Başpiskopos’un görüşüne katılmıyoruz. Söyledikleri ırkçı ve şoven ulusçu önyargılardır. Türk ortağımdan bu konuda özür dilerim.’ dediler.
Geri kalanlar bin dereden su getirmeye koyuldu. Kimileri Yunanlıların Türklerden çok çektiklerini anlattı; dört yüz yıllık işgal edebiyatı. Kimileri Başpiskopos’un bütün Türkleri değil yalnız ‘kötüleri’ kastettiğini savundu. Kimileri aynı olumsuzlukların, yani önyargıların Türk tarafında da bulunduğunu hatırlattı; yani ‘siz de kusurlusunuz’ saldırısını yeğledi. Okul kitaplarına değinen pek çıkmadı. Bunlara metin analizinde ‘suskunluk’ derler. Yani ‘böyle bir şey hiç olmadı, yok böyle bir şey’ yaklaşımı... En ilginci de kimileri -bunlar en sorunlu yanıtlardı- soruyla yakından yada uzaktan hiç ilgisi olmayan laflar ettiler: Barıştan, dostluğun gereğinden, önyargıların ne denli kötü bir şey olduğundan, halkların kardeş gibi yaşamalarının gereğinden bol bol laf ettiler. Bu son yaklaşım doğal olarak suskunluğun en âlâsını oluşturuyor.


Kendimizi bilmek en zor olanıdır
Geçen yıl elektronik olarak yayımlanan ve başlığı Ulusal Kimlik Olarak Hayali Öteki - Türkler ve Yunanlılar olan bir kitabımın sonuçları da aynı doğrultudaydı (The Imagined Other as Nationl Identity - The Greeks and Turks: www.stgp.org). Yüz kadar seçme Türk ve Yunanlıya sorduğum soruların yanıtları tarafların maalesef hâlâ ulusal kimliğin sınırlayıcı ve yönlendirici yanının varlığından habersiz olduklarını gösterdi. Kendi düşüncemizin ve yargımızın tarafsız olamayacağı kuşkusu, kaygısı ve bilinci henüz gelişmemiş. Gelişmiş olsaydı en azından ‘belki’, ‘sanırım’ gibi kelimelere daha sık rastlanacak, kendi doğrumuzun geçerliliği konusunda güvenimiz daha az olacaktı.
En önemlisi, göreceliğin bilinci gelişmiş olsaydı, önyargılı olduğumuz bir olanak olarak bile belirmez, bir kaçınılmazlık olarak kabul edilirdi. Bir tür ‘hepimiz günahkarız’ anlamında ‘hepimiz önyargılıyız’ diye yola koyulur, gerçeğe biraz yaklaşmış olurduk. Bu aşamaya varan bir kimse -her gün karşılaştığımız- gereksiz tarih tartışmalarına girişmez, hayali ecdadın avukatlığına soyunmaz, sağa sola haykırmaz, komşunun yaşamını organize etmeye kalkışmaz, suskunluğun içinde gizlenmez, daha rahat ederdi; ve ettirirdi de.
Kimliklerle katı bir ilişki içinde olanlar ‘gerçek’le de öyle katı bir ilişki kuruyorlar. Örneğin taraf oldukları tartışmalarda kendi yanlarının her konuda, her zaman, tam olarak haklı olduklarına inanırlar. Oysa yaşamın öylesine siyah-beyaz bir berraklık içinde olma olasılığı zaten çok küçüktür. Genellikle her karşıtlıkta tarafların biri bazen, bazı konularda, bir dereceye kadar haklı oluyor. Mutlak gerçekler ancak mutlak kimlik sahipleriyle yapay bir dünyada var olabiliyor.
Başka bir yazıda bu kimlik despotizminin başka bir yanına değinmeyi çok istiyorum: unvan merakına. Buna da ‘bilimsellik kimliği’ diyelim. Kimileri isimlerinin başına Dr., Prof. yada bu tür yaldızlı otorite etiketleri kullanıyorlar. Bu sıfatlarla (bazen) sözlerine bir üstünlük, geçerlilik ve ‘bilimsellik’ sağlamak istediklerini sezer gibi oluyorum. Artık tartışma farklı görüşler arasında olmaktan çıkmakta, en üstün unvan kimdedir açık artırmasına varmakta. ‘Şu kadar profesör bizden yana, sizde kaç tane var?’ tartışması başladı mı, artık skolastik düşüncenin Orta Çağı’na girdik demektir.
Sonunda, verdiğim derslerin ve yazdığım yazıların yararından çok kuşkulu olduğumu yazmak durumundayım. Hatta ‘kusurunu’ kabul eden ve bir tür özür dileyen öğrencilerin de benden bir şey öğrendikleri kuşkuludur. Belki onlar dersten önce de öyleydi: Çevre ve geçmişle tam özdeşleşmeyen, kendi kişisel vicdanı rahat, pardon demeyi ayıp saymayan kimselerdi. Öğrencilerime sonunda not verirken büyük bir rahatsızlık yaşıyorum. Onların kimlik çıkmazından kaynaklanan kısıtlamalarını temel alarak ders konusunda sıfır veremiyorum. ‘Bunlar da dönemin kurbanı’ diyerek idare ediyorum. Yoksa hemen hemen hiçbiri sınıf geçemeyecek.

*

6

Ζaman, 20/12/2005

Hayali Kimlik Hikayesi

Rivayet edilir ki dört bilim adamımız bir Anadolu köyüne gidip kimlik araştırması yapmış. Biri sosyolog, biri antropolog, biri psikolog ve biri de siyaset bilimci imiş. Köy de öyle sıradan bir köy. Dertli, ama arada hoş günlerin de yaşandığı bir köy. Bayramlarda, düğünlerde sevinirmiş insanlar. Dolu yağıp ürün mahvolunca, don olup yollar kapanınca da mutsuz olurlarmış. Geçinip giderlermiş.
Bir bahar günü varmış aydınlarımız köy kahvesine ve hemen konuya girmişler: kimlik araştırması yapmaya geldik, demişler. Yaşlısı genci çıkarıp kimliklerini göstermiş. Hasan fena telaşlanmışmış. Benimki yanımda değil, küçüğü gönderelim evden getirsin, demiş. Heyettekiler anlayışla gülümsemiş: Yanlış anladınız, biz kimlik tespiti yapmıyoruz, üst ve alt kimlikleri araştırıyoruz. Bu kez Osman Efendi bütün köyün adına konuşmuş: biz, demiş, kimliklerimizi hep üstümüzde taşırız. Bunu hiç ihmal etmeyiz. Siz Hasan’a bakmayın, o hep öyle unutkandır. Altımızda ise, haşa, hiçbir zaman olmaz kimliklerimiz, demiş.
Heyet üyeleri acı acı gülüşmüşler ama sıkılmışlar da bu duruma. Köylülere durumu baştan anlatmaya karar vermişler. Bakın, demişler, siz son gelişmelerden ve ülkeyi sarsan tartışmalardan bütünüyle habersiz görünüyorsunuz. Sizin bir üst kimliğiniz bir de alt kimliğiniz var. Hatta birçoklarınızda birden de çok alt kimliği bile olabilir. Biz bunu öğrenmeğe geldik. Örneğin siz üst kimlik olarak Türk müsünüz Müslüman mısınız? Başka bir şey mi yoksa?
Şaşkın bakışmışlar kahvedekiler. Sonunda, biz tabii ki Müslüman’ız ve Türk’üz diye bir şeyler gevelemeye başlamışlar; bizim için farklı bir şey duydunuzsa kesin iftiradır, demişler kaygılı. Ama heyet kesin yanıtlar istiyormuş. Teker teker ve açık seçik konuşun lütfen, demişler. Ayrıca, demişler, Türkiyeli de olabilirsiniz. Etnik kimlik de söz konusu olabilir. Sonunda sizin üst kimliğiniz hangisi? Bunlardan hangisi üst?
Kahvede tam bir sessizlik! Bu işin altında neler yattığını bir türlü çıkaramıyormuş köylüler. Hele komşu köyden olup oradan geçmekte olan Necmettin (Neco derler ona herkes) ödü kopmuş. Ne zaman ‘nesin sen?’ diye sormuşlarsa – askerlik süresinde, karakolda, jandarma ziyaretlerinde – sonu hep fena olmuştu. Cevaplarında değil de sanki şivesinde bir kusur bulmuşlardı. Hiç konuşmamaya kesin kararlıydı. Köyün muhtarı Mehmet sonunda şöyle konuşmuş: İlle de bir tane mi olacak bu kimlik dediğiniz? Hepsi bir arada olamaz mı? Çünkü biz hem İslam dinindeniz, ama Türk’üz de, Türkiyeliyiz de, buralıyız yani. Yalnız hepimiz Türkiyeli değiliz. Köyde az da olsa bazı muhacir ve mübadil aileler de var. Onlar buradan değil, kimisi Rumelili, kimisi Giritli. Kafkaslardan olan da var. Ama yine de sonunda onları bu köyden sayarız. Şimdi onları Türkiyeli değil mi diyeceğiz? Sizce biz neyiz yani? Siz söyleseniz!
Bilim adamlarının canı iyice sıkılmış. Bakın, demişler, kimliğinizi biz kararlaştıracak değiliz. Siz özgür vatandaşlarsınız. Türk vatandaşları… Ha! Unutmadan ekleyelim. Üst kimlik olarak vatandaşlık da var. O da olabilir. Onu da seçebilirsiniz. Ama serbest iradeyle. Biz bu konuda sonuna kadar açığız, hoşgörülüyüz, ön yargımız yok ve kararlarınıza saygılıyız. Ama lütfen bizim bu altlı üstlü bilimsel araştırmamıza yardımcı olun. Sizin bu konuda bilgisiz ve dolayısıyla kararsız olduğunuzu görüyoruz. Bakın, şunu öneriyoruz: biz şimdi çıkıp gideceğiz ama sonbaharda yeniden geleceğiz. O zamana kadar bu konuyu aranızda tartışın bir karara varın ve geldiğimizde de bize bildirin.
Gerçekten de çıkıp gitmişler ve köy sakinleri ister istemez de konuyu tartışmaya başlamış. Ama bu kimlikleri ast-üst olarak ayırmada büyük zorluklarla karşılaşmışlar. Birini seçince ötekini inkar etmiş gibi geliyormuş insanlara. Tartışma kavgalara dönüşmüş, kararsızlıklar bunalıma. Huzur iyice kaçmış köyde. Ama sonunda yavaş yavaş, gerekeni yapmaya, bilim adamlarının istekleri doğrultusunda bir tek üst kimlik seçmeye başlamışlar. Ama hepsi aynı kimliği seçemiyormuş. Kimisi Türk demiş kendine kimisi Müslüman. Muhacir ve mübadil kökenden olanlar hiç tereddüt etmeden Türkiyeli olduklarını söylemeye karar vermişler. Türkiyeli olmadıklarını söylemeleri durumunda yeniden yerlerinden barklarından edilecekler diye kaygılanmışlar. Neco ise soruları duymazlığa gelip ıslık çalarmış ona sorduklarında. Konuşsa da konuşmasa da açmazdaymış sanki. Herkes bu soruların sorulmasının ardında bir şeylerin döndüğüne karar vermişti ama acaba bu neymiş? Bilemiyorlarmış ve bu yüzden çok tedirginmişler.
Yazın ortalarına gelindiğinde köy birkaç gruba ayrılmıştı. Bu gruplar arasında tatsızlıklar da yaşanmaya başlanmıştı. Ayrı kahvelere gitmeye başlamışlardı. Bir süre sonra taraflar karşılıklı, öteki tarafın yurtseverliğinden, dininden şüphelenmeye başlamıştı. Bu köyde senin yerin yok, diyenler çıkmaya başlamıştı.
Bilim adamlarımız sonbaharda köye gelince durumu fevkalade normal bulmuşlar. Tam kafalarındaki durum ve beklentileri gibiymiş. Köy birkaç parçaya bölünmüş kıyasıya kimlik kavgası yapıyormuş. Hain, kafir, yabancı ithamlarının bini bir paraymış. Heyet köylüleri bir araya getirip konuşmak istemiş ama buna artık olanak yokmuş. Onları aynı kahvede toplayıp birlik ve beraberliğin sağlanması için bir üst kimlik önereceklermiş ama bu kez de taraflar bunca tartışmadan ve sıkıntılardan sonra ne aynı mekanda toplanabiliyor ne de seçtikleri kimlikten olmak istiyormuş.
Heyet oturup durumu tartışmış. Köyün durumu gerçekten hiç de iyi değil, demişler. Bu insanların böylesine kavgalı olmasının çok üzücü bir durum olduğuna karar vermişler. Mutlaka bir şeyler yapıp onları barıştırmalıymışlar. Bunu da tek bir üst kimlik sağlayabilirmiş. Türkiyelilik mi vatandaşlık mı Türklük mü, işte böyle bir şey. Ama hangisi? Ama işte bu noktada bazı ayrıntılarda kendileri de anlaşamıyorlarmış. Tartıştıkça da sinirleniyorlarmış.
Köylüler o akşam heyetin hararetli hararetli tartışarak, bağrışarak hatta arada itişerek de köyden çıktıklarına bakakalmış. Heyet, köyün hemen dışında bahçesini işleyen Hasan’ın anası Hatice Hatun’un önünden geçerken yaşlı kadının, kendi kendine söylenerek, keşke hiç gelmeseydiniz dediği rivayet edilir.

*

7

Zaman, 4/1/2006

Kimlikler (2)

Diyalogun ve tartışmanın yerini sağırlar diyalogu ve kavga alınca aklıma ilk gelen, anlaşmazlığın bir yapay (suni) gündemden doğmuş olma olasılığıdır. Yanlış sorular sorma sonucunda ortaya çıkan sonu gelmez tartışmalar dünya literatüründe ‘faux problème’, yani ‘yanlış problem’ olarak bilinir. Zamansız, ilgisiz ve hele yanıtı olmayan bir soru sorarsanız, sorudan dolayı içinden çıkılmaz bir durum doğabilir.
Gündemdeki kimlik sorunu da biraz ‘yanlış’ geliyor bana. Kimlikler sorunu var kuşkusuz ama yasal haklarla ‘kimlik’ sorununu birbirine karıştırmak içinden çıkılmaz bir durum doğurdu. Devlet-yurttaş ilişkileri bağlamında bir anayasal haklar ve görevler çerçevesi oluşturan ‘vatandaşlık’ (tabiiyet, uyrukluk vb.) gibi ne anlama geldiği oldukça açık olan kavramlarla, dinamik ve çok yanlı olan ‘kimlik’ kavramının birbiriyle ilişkilendirilebilecek kavramlarmış gibi bir arada ele alınması sorunu çözümsüz kılmakta.
Kimlikler böyle altlı-üstlü geometrik bir ilişki içinde midirler? Herkes aynı şeyi mi anlıyor bu kavramlardan? Örneğin, üst kimliğin bir ‘üstünlüğü’ de var mı alttakine göre, alttaki ‘aşağı’ mıdır? Kavramların halk algılamalarındaki çağrışımlarını (semiyolojiyi) ne yapacağız? Ama çok daha önemli sorular da var: genel olarak ‘kimlik’ sorunsalı ilk kez hangi tarihte, kimler tarafından, ne amaçla ve ne anlamda dile getirildi? Eğer sorunun ‘özcü’ bir karşıtlığı yoksa ve konjonktürel ise hangi ideolojik çerçeveye yerleştirilmelidir? Biz bu ideolojik çerçevenin içine girmeden ve dolayısıyla sorunsalı meşrulaştırmadan konuyu ele alabilir miyiz? Yani konuyu bugünkü anlamıyla konuştuğumuzda çözümden çok bir ideolojik sarmalayı yaratıyor olmayalım? Kısacası, neyi tartışıyoruz, sorunun kavramsal çerçevesi nedir?
Başından, alt-üst kimlik sorunsalını ele alanların iyi niyetle yola çıktıklarına inandığımı, tabu bir konuyu da medeni cesaret gösterip dile getirdiklerini taktir ettiğimi vurgulayayım. En saydığım ve sevdiğim insanlar savundu bu üst-alt kimliklerin gerekliliğini. Ama kendime ve ‘gerçek’ bildiğim doğrulara saygım yüzünden, gördüğümü söylememeyi dürüst bir davranış saymıyorum. Ayrıca, ‘kimlik’ konusunu on yıllarca bilmezlikten gelmiş olan ve şimdi ‘kimliğimiz tektir’den fazla bir şey diyemeyen koro ile de ilgim olmadığını söylemeliyim. Yazım herhangi bir kimliğin inkarı anlamında değildir. Söylediklerim umarım yanlış anlaşılmaz.

Kimlikler zenginliği
Bir-iki yüzyıl önce bir kimseye ‘sen nesin?’ sorusunu sorsaydınız milli kimlik ifade eden yanıt alamazdınız. Bu, bütün dünyada öyleydi. İnsanlar dinleriyle, yöreleriyle, soylarıyla, (milli olmayan) devletleriyle, liderleriyle (krallar, beyler, şeyhler), geleneksel küçük cemaatleriyle belirlerdi kendilerini. Kaldı ki ‘kimlik’ kelimesi o yıllarda halkların dilinde zaten yoktu. İnsanlar birilerine daha yakın hissederdi, ‘biz’ (ve ‘ötekiler’) derken bunu dile getirirdi. Ulusçu ideoloji ve ulus devletler zamanımızda en güçlü birleştirici tutkallardan birine dönüşünce ‘kimlik’ sözü de günümüzde kimilerince ‘milli kimlik’ olarak anlaşılıyor.
Ama tek kimliğimiz de değil milli kimlik. Eskiden var olan bütün kimlikler hala canlı ve geçerli. Hangimiz kendimizi köyümüze yakın hissetmeyiz, dinimizle, gerçek yada hayali bir büyüğümüzle, ecdatla, aidiyet ilişkisi kurmayız? Sınıf kimliği arada çalışır içten içe, gurur yada imrenme biçiminde. Ortak dil insanları yakın kılabilir. (Ama Almanlarla Avusturyalıları da edemez.) Bazı anlar başka ‘tür’ kimlikler de depreşir içimizde: futbol takımımız yada siyasi partimiz için dövünürüz, anne olarak öteki annenin derdini daha iyi anlarız, gençken ‘genç’ gibi isyankar oluruz, bazen ‘bir sanatkar olarak’ yada ‘bir solcu olarak’ diye söze başlarız. Bütün bunlar sonsuz bir aidiyet (kimlikler) ağı kurar etrafımızda. Ancak öyle var olabiliyoruz insanlar olarak. Ve bütün bunlar kimilerin sandığı biçimde sıraya konamaz, üst ve alt diye ayrılamaz; içten içe çok istesek böyle güven verici (milli) bir hiyerarşiyi.
Duruma göre çıkar kimliklerimiz ortaya. Düşman saldırınca vatanperver kimliğimiz öne çıkar en doğal bir biçimde, bayramda dinimiz, anne hasta çocuğunun yatağı başında hemen hemen yalnız annedir, dar ağacına götürülen genç bütün kimliklerden (ulusal, yöresel, dinsel vb) o an herhalde yalnız ideolojik kimliğini öne çıkarır korkusunu yenmek için. Dışlanınca etnik kimliğimiz canlanır. Hatta ‘ezeli rakibimiz’ yabancı bir takımla futbol oynarken içimizden ‘rakibimizin’ kaybetmesini dilerken ‘takım’ kimliğimiz en kutsal sayılan kimliklerin de önüne geçebilir. Öylesine karmaşık şeylerdir kimlikler.
Bugün tarihçilerin, sosyologların, siyaset bilimcilerin vb. tartıştıkları konulardan biri bu farklı kimliklerin birbirleriyle olan ilişkileridir. Kimilerinin sandığı gibi hiç de farklı kompartımanlar oluşturmuyor bu farklı kimlikler; iç içedir. Bir tek örnekle yetineyim: dini devlet ile laik devletlerin tarih içinde kesin çizgilerle pek ayrılamayacağını tartışıyor örneğin tarihçiler. Çünkü en layık devletler bile (örneğin Sovyetler Birliği) dini motifler ve pratikler ve hele dini anlam yüklü merasimlerle dinsel bir boyut taşırdı. En dindar devletler ise bazı uygulamalarında laik olabiliyordu. Kavramları çocuk masallardaki iyi/kötü karşıtlıkları gibi kesin çizgilerle ayrılmış olarak algılamamız bizi çıkmazlara götürür. (Bundan dini ve laik devlet arasında fark görmüyorum sonucunu çıkaran okur varsa sorumluluk onundur!)

Geçersiz metaforlar
Hepimizi kaplayan geniş bir çadırı ve altında farklı renkte şemsiyeler taşıyanları resmeden üst-alt metaforu aslında yanıltıcı olabilmekte, hatta kimlikler hiyerarşi sıralamasına koyulamayacağı için bazı insanları tedirgin bile etmektedir. Üst diye ne seçseler - reddedilenler var oldukça - açmazdalar. Oysa ‘sağlıklı bir ortamda’ yurttaşlar gerektiği zaman zaten en doğal olan o anki kimliklerini ortaya koyacaklardır. Halka (tek tek her vatandaşa) bu konuda güvenmek en yapıcı seçimdir. Toplum mühendisliği kapsamında, bu kez, ‘öteki yöne’ bakan yeni yapılanmalar önermek ve hele yasal olarak empoze etmek, yeniden, pek yararlı olmayabilir. Kimlikler, inanç gibi, müdahaleye kapalı bir alandır (yada öyle olmalıdır en azından.
İlle de bir metafor gerekliyse ben de bir tane önereyim: Guguk kuşu metaforu. Bir çok saat düşünün (bizleriz): içinde bir sürü kuş var (kimliklerimiz). Belli saatlerde (konjonktürde) duruma ve ihtiyaca göre bir kuş yada kuşlar çıkıyor ve seslerini duyuruyor. Saatlere güvenirsek göreceğiz ki kimliklerimiz saat gibi çalışacaktır. Yeter ki saatler çalışıyor olsun.

*

8

Zaman, 17/1/2006

Sorun Kimlik mi Yurttaşlık mı? (3)

Türkiye’de bir durum yada bir kimse için kullanılan kelimelere, isimlere, kısacası ‘söylenenlere’ verilen değerin başka ülkelerdeki uygulamalara kıyasla daha fazla olduğunu yurtdışında yaşamaya başlayınca sezer gibi oldum. Örneğin Türkiye’de bir küfür yüzünden insanlar cinayet işleyebilir. Aynı söz başka bir ülkede geçiştirilir. Animizmde olduğu gibi, büyülü bir gücü varmış gibi bir işlevi var ‘sözün’ ve ‘isimlerin’: uygulama gibi algılanıyor. ‘Boş ver, laf işte!’ diyemiyoruz.
Bu özelliğin pek de yapıcı olmayan bir uzantısı, sözlerin toplumsal sorunları çözmek için kullanılıyor olması. Bir şey ‘demekle’ (yada dememekle) sorunun halledileceğine inanılır. Örneğin ‘gavura gavur dememekle’ Tanzimat reformlarının geçerlik kazanacağına inanıldı. Osmanlı ‘biz artık İslam’ız’ diyerek yıkımdan kurtulmaya çalıştı. ‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ ile bir kimlik oluşturulmaya çalışıldı. Kürtlere ‘dağ Türkleri’, halka da ‘yurttaş’ diyerek etnik bir soruna çare arandı. Öze ve pratik uygulamalara ağırlık vermek yerine uygun ve güzel isimler öne çıktı: laiklik, demokrasi, adalet, hukuk gibi. Düşüncenin eylemmiş gibi suç sayılması da bu eğilimden olabilir. Şimdi de tarih ve kimlikler konusunda sıfatlar ve tartışma alanları öneriliyor: soykırım/katliam, Türk/Türkiyeli/Türk vatandaşı gibi.

Söz ve uygulama
Kanımca (üst/alt) kimlikler sorunsalı, ne ‘diyeceğimiz’ ile değil ne yapacağımız ile ilgili. Sorun doğmuşsa verilen isimlerden değil, uygulamalardan doğdu. On yıllardan sonra kimin ne olduğu hala açıklık kazanmadıysa ve birilerinin hala ‘kimlik’ sorunu varsa sözlüğe değil günlük pratiğine bakmalı. Ama konuyu tartışmak da yine gelip kullanılacak sözlere takılıyor: Tabu yada infial doğuran sözler öylesine çok ki! Kimlikler konusu genellikle Kürtlerle, etnik ve dini farklılıklar sergileyen resmi yada resmiyet kazanmamış azınlıklar ve cemaatlerle gündeme geliyor. Ve panik yaratan büyü etkisini hemen belli ediyor.
Oysa nitelemelere değil de pratiğe (samimiyetle) bakınca kimlik sorunu olarak gündeme getirilenin aslında bir yanda devlet ve toplum öte yanda bireyin (yada yurttaşın) hak ve görevleriyle ilgili bir uygulamadan doğduğu görülebilir. Ve işte bu ilişki bir pratik (uygulama) olarak değil de hâlâ bir nitelemeler çerçevesinde ele alınıyor: yurttaşlara ne diyeceğiz? Anayasa ise gayet açık: ‘Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür’ ve ‘herkes dil, ırk, felsefi inanç, din, mezhep ayırımı gözetilmeden eşittir’ der. Okuduğunu anlama fobisi taşımayanlar bu cümlelerden ‘Türk’ denen vatandaşların farklı dil, din, mezhep ve ırktan olabileceğini anlayacaklardır. Peki, bu uygulandı mı Türkiye’de, bu anlayış yerleşti mi? Yıllarca ‘Türk’üm, doğruyum…’ diye ant içmiş bir Rum örneğin, neden yabancı sayılıp bir sürü devlet ve toplum ayırımı ile karşılaştı ve karşılaşıyor? Türk diye nitelenen, (anayasal anlamda) Türk muamelesi görmüş mü ki yarın ona Türkiyeli dendiğinde Türkiyeli muamelesi görsün?
Kendi hesabıma, bana birilerinin ne ‘diyeceği’ ikincildir. Çünkü herkes kimliğini zaten bilir. Önemli kıstasım bana nasıl davranılacağıdır. (Wittgenstein de kelimeye değil kullanışına bakardı.) Eşitlik çerçevesinde anayasal hakkım olan din, dil, inanç vb. farklılığım kabul ediliyorsa, vatandaşlık haklarım ihlal edilmiyorsa, bu durumda ‘Türk’ tanımı da doğal olarak beni sonuna kadar tatmin eder. O ‘Türk’ nitelemesinin içinde ben de var olduğum için. Ama bu siyasal ve hukuksal kimliğimin yanında başka kimliklerim de olabilir. O kimlikleri ise devletin, hukukçuların, aydınların yada başka güç odaklarının benim hesabıma kararlaştırmaları beni rencide eder. Ülke içinde eşitlik ve hak alanında yurttaşlara özgürlükler sağlandıktan sonra başka ihsana zaten gerek kalmaz. Ayrımcılık, asimilasyon politikaları, dışlama, güven eksikliği, din, dil vb. alanlarda yasaklamalar olmasın, bu özgürlükler dönemi hele bir süre yaşansın, bakalım geriye ‘kimlik sorunu’ ne derecede kalacak? Kalacak mı? Bu denenmeden kimlik konusunda tartışmalar zaman kaybı yada lüks gibi geliyor bana. Ama bunun ‘denenmesi’ için yurttaşlara güvenmek gerek. Pek görmediğimiz de işte bu güvendir: üst vatandaşların alt vatandaşlara güvenini! Ve alttan da doğal olarak bilmukabele!
Bu açıdan kimlikler ve hele üst/alt kimlikler tartışmasını gereksiz ve hele konuyu saptırdığı için biraz zararlı görüyorum. Devlet ile (ve toplum ile de) yurttaşların ilişkileri konunun temelini oluşturacağına, yeni bir söylem geliştirerek çareler aranıyor. Hem teşhis yanlış hem de önerilen çözüm pratik değil gibi; önerilen ‘kelimelerin’ herkes tarafından kabulü de ayrıca zor.

Uzlaşma alanıdır ulus
Çağdaş ulus-devletler herkesin kimlik konusunda oturup anlaştığı bir ortamda oluşmadı; böyle devletlerin içinde ‘ille de tek kimlik’ saplantısı da yaşanmaz. Demokratik haklara saygılı bir toplum ve böyle bir toplumun oluşturduğu bir devlet etrafında bir arada yol alma iradesini gösteren vatandaşların oluşturduğu ilişkilerdir ulus devletini ortaya çıkaran. Böyle bir ortamda insanlar aidiyet ilişkilerini farklı algılayabilir, ve zaten pratikte de öyle olmakta. Kimi anayasa ve hukuk göndermelerine önem verir, başkası dine vurgu yapar, başkası hayali bir geçmişe, yada bir ırka, bir ataya, soyuna, bir devlete, bir lidere, doğulu yada batılı bir kökene, yada kültürel özelliklere, dile örneğin. Hiçbir ulus-devlette bu alanda tek seslilik sağlanmamıştır. Tek tip olarak düşünen ve davranan vatandaş anlayışı yalnız faşizan devletlerde sağlanmaya çalışılmıştı. Bu alandaki ‘mühendislik’ de genellikle ters tepki yaratmıştır. Çağdaş devletlerde gördüğümüz, farklılığı kabul eden saygılı bir ortam ve bir arada yaşama iradesidir. ‘Teklik’ işte bu irade konusundadır. Uluslar böyle bir ortamda yeşerir ve yaşar. Birinin ötekine zorla yada kurnazlıkla kendi doğru bildiğini kabul ettirmeye çalışıldığında da uluslaşma süresi uzar gider, gereksiz tartışmalarla gerilim yaşanır.
Cumhurbaşkanı A. N. Sezer yılbaşı mesajında ‘ırk ve din farkı’ gözetilmeden ‘Türkiye halkına Türk ulusu denir’ ve amacın ‘yurttaşlar arasında eşitliğin sağlanması’ olduğunu hatırlatırken yukarıda söylediklerime benzer bir anlayışı dile getirdi. Gönül isterdi ki ‘denir’ kelimesi yerine ‘pratiğimiz bunları doğrulamıştır’ diyecek durumda bulunalım. Irk ve din farkının yurttaşlığı etkilemeyeceğini dile getiren Anayasanın ilgili cümlesinde ‘dil’ de var. Ancak mesajda (pratikte) unutulmuş olması, ana dilleri Türkçe olmayan kimselerin kafasında kimlik sorunsalıyla ilgili güvensizlikleri tazelemiş olabilir.

*

9

Zaman, 14/10/2008

Neden Hâlâ Sorun ?

Kiminin Kürt, kiminin Doğu, kiminin terör dediği soruna neden hâlâ, çözüm bir yana, anlaşacağımız bir isim bile bulamadık? Bir problemi çözmenin ilk adımı sorunun teşhisinden geçer deniliyor. Sanırım ilk adım o değil. İlk adım sorunu hangi çerçevede, hangi açıdan yaklaştığımızın bilincinde olmaktır. Teşhis gerektir de, bu, kendi açımızın, görüşümüzü, algılamamızın teşhisi olmalıdır. Siyasi çözüm mü, askeri çözüm mü tartışması yanıltıcıdır, çünkü bu sıfatlar temel anlaşmazlığı ve açmazı gizlemekte, dikkati başka tarafa çekmekte. Sanki sorunun ne olduğunda anlaşmışsız, sanki taraflar aynı paradigmanın sözcüleriymiş, aynı kaygıyı yaşayıp aynı amacı güdüyormuş da, yalnız pratik ve teknik bir konuda anlaşamıyormuş gibi tartışıyoruz. Siyasi/askeri çözüm tartışmasının arkasında yatanın ne olduğu açıklık kazanmadıkça, ‘teşhis’ de hep eksik kalacak. Doğal olarak tutarlı bir politika da izlenemeyecek.
Toplumsal bir olayın ne olduğu, sanıldığı gibi olaya bakarak, olayı inceleyerek anlaşılmaz. Gördüğümüzü ‘anlamamız’ ancak belli algılama referansına göre olur. Yani algılama biçiminiz ‘anlamayı’ belirler. Algılama referanslarımızın bilincinde değilsek anlamamız da sınırlı olacak. Sıradan bir örnek yardımcı olabilir. Bizi sürekli rahatsız eden yaramaz çocuk sorununa karşı ne yapacağız? Bu sorunun yanıtı, ‘yaramaz çocuktan’ bizim ne anladığımıza bağlı. Orta Çağda yaşıyor ve çocuğun içine kötü ruhların sindiğine inanıyorsak çocuğu ateşe atar ‘kurtarırız’, dayağın cennetten çıktığına inanıyorsak yapacağımızı çocuğu bir güzel dövmektir, davranış psikolojisine inanıyorsak çocuğa caydırmaca / ödüllendirme yöntemleri uygularız, çocuğun karakterinin annesinin büyütme biçimine yoruyorsak çocuğu rahat bırakır annesini ele alırız, vb. Yani farklı yaklaşımlar doğrudan bizim algılamamızdan kaynaklanıyor.
Bir an için ismini saptayamadığımız olayı bir yana bırakıp, sorunu çözmeye çalışan aktörlere bakalım. Bunlar aynı dünya görüşünü, aynı tarihsel referansları, aynı ideolojiyi paylaşmıyorlar. Dolayısıyla gördüklerini de farklı algılıyorlar. Yanız temel bir iki aktörü söz konusu ederek daha somut olarak söylersek tablo şöyledir: birileri ulusal paradigmaya inanarak etnik bir sorun görüyor. Bunlar Türk ve Kürt milliyetçileridir. Kimileri de ulusal paradigmaya inanmayarak etnik bir sorun görüyor. Bunlar da ulusal paradigmaya gönülden bağlı olmayan herkestir. Avrupalısı dahil.
Kavga birinciler arasındadır ve bunlar arasında kavganın sürmemesi olanaksızdır. Çünkü inançları yüzünden uzlaşmaları, gönül rahatlığına erişip güvenli ve hoşnut hissedip barışçı yolu seçmeleri çok güç. Güçtür çünkü milliyetçi paradigmaları bunu gerektiriyor. Onların dünya algılamasında bazı temel ilkeler vardır: milli gruplar Darvinist bir dünya içinde kavgalı olurlar, güçsüz olan tehlikededir, sert davranmazsa yok olur, sonunda güçlü olan kalabilir hayatta, ‘insaniyet’, barış gibi söylemler romantik bir yaklaşımdır, hatta tehlikeli aldatmacalardır, bizim bizden başka dostumuz yoktur, yani güvensizlik temel ilkedir, her milli grup öteki milli grubun karşısında olur, uzlaşma bir çöküşün ilk adımı olabilir. Okul kitaplarından bir cümle her şeyi açık bir biçimde özetliyor: ‘Gerek büyük devletler gerekçe bölge ülkeleri hiçbir zaman güçlü bir Türkiye istememektedir… bu ülkelerin açık ve gizli emelleri vardır… Türkiye sürekli bir tehdit ile karşı karşıyadır.’ Bu metin ‘Terörün Sebepleri’ konulu bir konferanstan alınıp okul kitabına aktarılmıştır.
Kürt milliyetçileri de farklı düşünmüyorlar: milletler kendi milli devletlerine sahip olmalıdır. Yoksa esaret altında yaşıyor sayılırlar. Bu ise dayanılmaz bir ayıptır. Bu uğurda ölüm yeğdir. İnsan hakları bir aldatmacadır. Temel olan bağımsızlıktır. Gerçekçilikten de anlaşılan, her şeyin zor, kan, savaş ve güç ile elde edilebileceğidir.
Bu iki grubun karşısında ise, etnik kimlikleri farklı da olsa, bu paradigmaya inanmayanlar vardır. Birincilerin bütün varsayımlarını ya kuşku ve güvensizlikle karşılıyorlar veya bütünüyle geçersiz sayıyorlar. Böyle bir konjonktürde, bu iki karşıt grubun (sosyal Darvinistlerle uzlaşmadan yana olan anti-ulusalcı grupları kastediyorum) bir araya gelip uzlaşma ile çözüm üretileceğini düşünmek aşırı iyimserlik saymak gerekmez mi? Bu tür inanca sahip olanların anlaşmalarının olanaksız olduğunu bunca yıllık deneyim kanıtladı ama hâlâ ortak ‘taktik’ ve ‘strateji’ görüşmeleri süregeliyor. Uzlaşma sağlandığında da, görülen o ki, bu anlaşma bir oyalanma olayından öte bir şey değildir. Çözüm üretmeyen, çekingen, öze dokunmayan yöntemler ve yaklaşımlar denenmekte. Sorunun isminde bile anlaşma sağlanmamaktadır.

Çözüm toplumsaldır
Çözüm ne askeri ne de siyasidir, çok yanlı toplumsal bir sorundur. Çözümü de kavgacı milli bir dünya görüşüne inananlardan gelmeyecektir. Hatta bu tür güçler ‘barış masasında’ söz sahibi oldukları sürece her uzlaşma çabası başarısızlığa mahkum olacaktır. Bir yanlış anlamaya neden olmamak için hemen eklenmesi gerek şudur: Uzlaşmanın baltalanması kötü niyet sonucu değildir. Tam tersine bu olayın bütün, eksiksiz bütün aktörleri kendi açılarından iyi niyetlidirler. Hatta çoğu bir çoğumuzun hiç yapmayacağı fedakârlığa da katlanmakta. Kendi hayatlarını bile seve seve verenlerini görüyoruz. Ama bu ‘özverili’ tutumları onları mutsuzluğa neden olan bir ideolojinin temsilcileri olmalarını engellemiyor. Samimi olmak ve zararlı olmak farklı kategorilerdir ama her ikisi de aynı anda aynı insanda var olabilir.
Toplumsal bir çözüm, soruna neden olan güçlerle değil, yani soruna ateşle gidip sorunu yaratanla değil, su hortumu ile gidenlerce sağlanacaktır. Bu toplumsal sorunun çözümü siyasi olacaktır ve bu yolun aktörleri başta siyasiler sonra da toplumun kendisidir. Başka türlü söylersek, çözümsüzlüğün sorumluluğu toplumda ve toplumun temsilcilerindedir. Ulusalcı fanatik güçler toplumca devre dışı bırakılmadıkça yol alınamaz. Konjonktür bana göre uygundur. Değildir deyenler, bari gerçekçi davranıp sitemde bulunmasınlar o zaman.

*

10

12/3/2013, Zaman

Türk, Türkiyeli...

Anayasa'da Türk yerine Türkiyeli denmesini isteyenlerin iyi niyetle davrandıklarına inanıyorum. Bu kritik alanda dile getirdikleri böyle “cesur” önerileri için onları takdir de ediyorum. En başta da dostum Baskın Hoca'yı. Amaçları farklı etnisiteden olan kimseleri rahatlatmak, bir duyarlılığın üstüne gitmeden bastırılmış kimliklerin önünü açmak. Bendenize de “Rum” dendiği için de böyle bir öneriyi desteklememi bekleyenlerin olacağını tahmin ediyorum. Ama bu “Türkiyeli” lafına benim aklım bir türlü ermedi!
Bu mesele siyaset bilimi, vatandaşlık veya kimlik sorunu değil, bence en başta bir dilbilim sorunudur. Bu anlaşılmadan sağırlar diyaloğu sürer gider. Her dilin kendine özgü ifadeleri vardır ve her kelime başka dillere çevrilemez. Bir örnek yararlı olabilir. Yunanistan'da bastırdığım bir Yunus Emre çevirisinin önsözünü yazan Türk(iyeli) bir bakanın hamasî yazısını çeviriyordum. Bir paragraf içinde “kalb”, “yürek” ve “gönül” kelimelerini kullanmıştı. “Öteki” dilde bu kelimeler yok! Batı dillerinde üç değil bir kelime vardır. Aynı kelimeyi üç kez kullanırsanız yazı anlamsız ve komik olur. Mecbur oldum, çevirinin o kısmını kendime göre uyarladım.
Türkçede Kıbrıslı “Rum” denir, bana da. Ama İngilizce konuşurken (resmi konuşmalarda bile) “Greeks of Cyprus”, “Greeks of Istanbul” deriz; çünkü ne dediğimizin anlaşılmasını isteriz. Peki, “Türkiyeli” lafını resmi ifade olarak nasıl çevireceğiz? “Turkish”, “from Turkey”?! Turkish kelimesinin iki anlamı var: sıfat olarak (Türk'e ait/özgü) ve isim olarak (Türkçe dili). Her ikisi de isim olan “Türk/Turk”ün karşılığı değil. Bir “Türkiyeliye” vatandaş anlamında “Nesin?” diye İngilizce sorduklarında –ki bana bu soruyu yüzlerce kere sormuşlardır– ne diyecek? “From Turkey” cevabı “Nesin?” sorusunun değil “Neredensin?” sorusunun yanıtıdır. Bu tür bir cevap karşımızdakinin bizim İngilizce bilmediğimize hükmetmesine neden olacak; ve yine bizim bir “Türk” olduğumuza karar verecek.
Çünkü içinde yaşadığımız ulus-devletler döneminde bütün dillerde vatandaşlık kapsamında bir “anlam” ve kelime baş göstermiştir. (Muhtemel ve haklı olarak, “bize ne İngilizcesinden/gâvurcasından, biz Türkçe ile ilgili bir soruna çözüm arıyoruz” tepkisine cevap da buradadır.) Seçilen kelime ise çok eskilere uzanır. Her ülkenin vatandaşları (gramer anlamında) bir sıfatla değil bir isimle belirlenir. French (Fransız), American (Amerikalı), English (İngiliz) gibi. “Amerikalı” kelimesi “nereden olduğunu” göstermiyor, vatandaşlığı gösteriyor. Bir insan Hawai'den olabilir ve Amerika kıtasına bile ayak basmamıştır; yine Amerikalıdır. Oysa Türkçedeki “Türkiyeli” kelimesi bu anlamı vermiyor. Coğrafi bir ifade! Hatta isim değil, sıfat. Bu, en açık bir biçimde, bu kelimeyi başka bir dile çevirmeye kalkıştığımızda belli oluyor; çeviri örneğini de bu yüzden verdim.
Denecek ki, bu kelimenin (Türkiyeli'nin) isim gibi kullanılmasını yerleştirelim ve benimsetelim. Bu durumda da dilbilimin “yasaklarıyla” karşılaşıyoruz: dilin kendi yasaları ve çalışma biçimleri var. Dil, dil mühendisliğine pek açık değil. Milyonlarca kimseye kelime benimsetmek hiç de kolay bir iş değil. İnsanların dili dönmez; hele benim dilim hiç dönmüyor. İyi niyetli bir önerinin, yüzyılların alışkanlıklarına bağlı dilbilimin sınırlarını aşması zor. “İmkânsız” olmayabilir ama zor. Kaldı ki “Türkiyeli” olan biri “Türkiye vatandaşı” olmayabilir, mesela Alman olabilir; her “Yunanlı”, Yunanistan vatandaşıdır, ama bir “Yunanistanlı” Fransız vatandaşı olabilir – dilin “yapısı” ve işlevi yüzünden. Vatandaşlık adının dışında isteyen “ayrıca”, tabii ki, kökenini veya başka bir kimliğini dile getirebilmeli. Bu başka bir konu.
Kaldı ki “Türk” kelimesine tepkili olan birinin “Türkiyeli”ye de tepkili olması gerekmez mi? Bu derecede aşırı duyarlılıkların çözümünü dilde değil, başka alanlarda aramak gerek. Vatandaşlık anlamında “Türk” kelimesi bazı tepkiler doğuruyorsa bunun nedeni kelimenin kendisinde değil, Türk devletinin ve kısmen toplumunun da uygulamalarıdır. Her vatandaşın geçmişini Orta Asya'ya bağlamak, başka etnisitelerin varlığını görmezlikten gelmek, hatta bastırmak, Türkçe dışında başka dilleri yasaklamak veya aşağı görmek, vatandaşlar arasında dil, din veya köken temelinde ayrımcılık yapmak… Bütün bunlar “Türk” ve “Türklük” adına yapıldığından tepkiler doğmuştur. Tersi olsaydı, yani “Türk” kelimesi gerçekten kapsayıcı bir uygulamanın simgesine dönüşmüş olsaydı, yani yalnız lafta veya Anayasa'da bir cümle olarak kalmasaydı bugün “Türk” kelimesi sorunlu olmazdı.
Sorunu çözmenin yolu, çok zaman israf edilmesine rağmen, yine anayasal vatandaşlığın içinden geçiyor. Ama laftan değil, uygulamadan söz ediyorum. Mesela, okul kitapları, bugün olduğu gibi, “Türk” derken yalnız Sünni Müslüman'dan, anadili Türkçe olandan, kökeni Orta Asya'da olandan söz ediyorsa ve en sıradan hak olan anadil için bir mütarekenin imzalanması bekleniyorsa sorun tabii ki çözülmeyecektir. Hatta Anayasa'ya “Türkiyeli” kelimesini koysanız da birileri haklı olarak “bu anlamda Türkiyeli değilim” diyecektir!
Vatandaşlık anlamının yerleşmediği yerde, yani vatandaşlar arasında eşitliğin sağlanmadığı çevrede, dışlayıcı hangi kelimeyi seçerseniz bir süre sonra o kelimeye tepkiler doğacaktır. Türkiyeli kelimesini kullanıp bağnaz, ayrımcı ve ırkçı “Türklük” yapılacaksa tabii ki birileri “Türk/Türkiyeli” derken mutlu hissetmeyecektir. Mutluluk, “demekle” sağlanmıyor; uygulamalardan doğuyor.
Vatana bağlılık da, toplumsal mutabakat da, uyum da uygun uygulamalarla sağlanır. Çağdaş anlamıyla milletler ve ulus-devletler eşit vatandaşlık temelinde kurulmuştur. Bu eşitlik pratikte ve uygulama çerçevesinde değil de bir tasarım olarak kaldığı sürece “kelimeler” çözüm olmayacaktır. Kelimelerin uygulamada yararı yoktur demedim, ama kelimelerle çözüm arama, öze değinmeyen aldatmacalar olarak da algılanabilir. Ayrıca astarı yüzünden pahalı olabilir.

*

11

 

Zaman, 26/3/ 2013

Anayasada bir vatandaş

Kişilerin kendilerini istedikleri gibi tanımlamaları bir insanlık hakkıdır. Dinlerini, mezheplerini, dillerini, soylarını, etnik kimliklerini vb., kendi algılarına göre dile getirirler, daha doğrusu, getirebilmelidirler.
Bu alanda açık veya gizli bir mücadele süregelmekte. Her ulus-devlet kimlik alanında bir birlik oluşturmaya çalışırken kültürel farklılıkları da bastırmaya çalışır. Özellikle ulus devletlerin kuruluş dönemlerinde asimilasyon politikaları uygulanır. Bu alanda bazen başarı sağlanır bazen sağlanmaz. Örneğin, Bosnalılar, Arnavutlar ve Gürcüler Türk olur ama Kürtler Türkiyeli olmayı tercih eder.
Yukarıdaki paragrafta bir yanlış var. Yazının devamını okumadan önce bu yanlışı hele bir bulmaya çalışın; bakalım başaracak mısınız! … Bulamadınızsa bir ipucu vereyim: yanlış, kasıtlı yaptığım bir genellemedir. Şimdi buldunuz mu? …
Yukarıda sıraladığım etnik gruplar genellemesi yanlıştır. Milliyetçi anlayış insanları böyle gruplara ayırır ve o grupların insanlarını “aynı” kabul eder. Bir etnik grup içinde sonsuz farklılaşmaların olabileceği görmezlikten gelinir. Mesela “Rumlar kendilerine Türk der mi?” diye sorarız. Oysa kimileri diyebilir, kimileri milli bir duyarlılık yüzünden demez. Kimileri belli bir yaştan sonra fikir değiştirir. Kimileri ise soruyu bile anlamaz; onların derdi geçim olabilir. Kimileri yalancıktan söyler, vb. Her vatandaşın kendi kimliğini Türk veya Türkiyeli olarak belirleme hakkı tabii ki vardır. Bu seçimi meşrulaştırmaya, haklı göstermeye, “ispat” etmeye de mecbur değildir. Nasıl ki inancımızın “doğru” olduğunu kanıtlamaya mecbur olmadığımız gibi. Haktır bu, yasaların ve uluslararası antlaşmaların sağladığı, uluslararası mahkemelerin ve kurumların tanıdığı ve koruması gerektiği bir hak.
Bu alanda devletin rolü ve toplumun tutumu ne olmalı? En sık görülen tutum, bin dereden su getirerek “milli birliği” korumaya çalışırken farklılıkları kabul etmemektir. Oysa farklılıkları görmezlikten gelen riskli yolun gerilime de neden olduğunu artık biliyoruz. Başka bir yol, anlayış göstermek ve bir uzlaşmayı sağlamaya çalışmaktır. Bu ikinci yolun pek çok parametresi var. Biri de kimlik. Son yıllarda öneriler duyuluyor! Oysa ne devletin, ne aydınların, ne hukukun, ne de başka birilerinin bu alanda söz sahibi ve hele karar verici olması doğru değildir. Kimlik inançtan farksızdır. Bir algıdır. Bu yüzden insanlara dayatılması yanlıştır. Ve daha önemlisi masa başı kararları yararlı değildir, hatta zararlı olabilir.
Devlet bu kimlik alanından uzak durmalıdır; insanların hissiyatına karışmamalıdır. Devlet ve kurumları, din konusunda olduğu gibi kimlik konusunda da, vatandaşların karşısında, inançları ne olursa olsun eşit mesafede bulunmalıdır. Nasıl devlet ile din işleri birbirinden ayrılmışsa, devlet ile kimlikler de ayrılmalıdır. Yirmi yıl kadar önce şunları yazmıştım: “Kimlik sorunu daha pratik, yani uygulanabilecek ve Türk halkı tarafından kabul edilebilecek önerilerle daha sağlıklı kılınabilir. Temel ilke olarak, bu kimlik sonunda ne olacaksa, “herkesin aynı biçimde” kabul etmeye “zorlandığı” bir kimlik olmamalıdır. “Sentez” anlayışının arkasında zorlayıcı “birlik” anlayışı, tarihsel bir gelenekten süregelen merkezi yönetim anlayışı duruyor gibidir. Biri Müslümanlığına, başka biri Hıristiyanlığına sarılamaz mı, biri Orta Asya'dan gelen atasına başka biri ise Bosnalı olan atasına saygı gösteremez mi? Ortak birleştirici öğenin dil olmasına da gerek yoktur. Yeter ki, her yurttaşa bu özgürlük dünyasını gerçek ve olanaklı kılan bir toplum, bir ülke, bir devlet, bir vatan olsun.” (Bu yazı önce Mart 1995'te Toplumsal Tarih'te yayınlandı, sonra da Mayıs 1995'te Türkiye Günlüğü'nde iktibas edildi.)
Mantık, bilim ve araştırma yordamı ile “uygun ve doğru” bir milli veya etnik kimlik düşünebilir hatta hayal edebiliriz. Bunu önerebiliriz de. Ama bu “hayali” anayasaya koymak, yasalaştırmak ve toplumun bütünü için geçerli bir “doğruya” dönüştürmek başka dönemlerin pratiklerini çağrıştırır; bu toplum mühendisliğidir. Böyle bir yasa, yeni bir dayatma olur. Kimliğin “ne olduğu” saptanırsa, kendini farklı hisseden ve ifade eden dışlanmış olacak. Hatta belki yasayı çiğneyen birine de dönüşebilir. “Senin temel kimliğin şudur” dedik mi, bu görüşü kabul edenlerle etmeyenler diye iki grup oluşmuş olacak. Zaten şu andaki durum da budur, dayatmaların sancıları yaşanıyor. Pozitivist, baskıcı rejimlerde olduğu gibi onlara “doğruyu” öğretmek görevi kime düşecek? Birileri kendi kimliklerinde ısrar ederlerse ne olacak?
Bu çıkmazları kaçınmanın yolu, kimlik konusunu mesele etmemektir. Esas olan devletin kucaklayıcı olması, dışlayıcı olmamasıdır. Anayasada “T.C. vatandaşları yasa karşısında eşittir” gibi bir madde herkesin hakkını korur. Tabii bu konuda siyasi irade varsa ve toplumsal mutabakat sağlanmışsa. Devlet lafta değil özünde kucaklayıcı ise vatandaşlar da o kucağa sığınır. Ama bu arada her birimiz kendine başka bir isim, başka bir kimlik de yakıştırarak. Ama bunun bir zararı var mı ki!
Kaldı ki her kimlik beyanı konjonktüre ve konuşana göre çok farklı mesajlar, anlamlar ve imalar içerir. Bir Türk'ün “Türkiyeli” iddiası milliyetçiliği aşma olarak okunurken, bir Kürt'ün ağzında bir milliliğin ifadesi olabilir. Yani beğenilmeyen bir ideolojinin aşılması bir kelime seçimi meselesi değildir. Nasıl ki Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük arayışları kendi sorunlarını doğurmuşsa.
Şerif Mardin eski bir yazısında (Cumhuriyet devrinde Volk İslamı, 1986) Türkiye aydınlarının halk kültürünü pek araştırmadıklarını yazmıştı. Bu eksikliği “ümmet strüktürünün ideolojik bir yapı olarak hâlâ etkisini sürdürmesi olarak izah edilebilir.” demişti. Ve şöyle devam etmiştir: “Ümmet dünya görüşünün Cumhuriyet aydınlarına tevarüs etmiş olan şekli sosyal hakikatlerin basit hakikatler olduğu fikridir.” Bence de, kimlik olayı formüllerle çözülmeyecek kadar karmaşıktır. İnanç gibi. İnsanları bırakalım kendilerini nasıl isterlerse ifade etsinler. “Biz” -aydınlar, yöneticiler– belli bir mesafeden “onları” dinleyelim. Zorlamalar olmazsa zamanla toplumlar bu farklı seslere alışırlar, bazen farklılık renklilik sağlar, bazen kendiliğinden yeni sentezler oluşur. Gelecekte egemen kimliklerin ne olacağını şimdiden kim kestirebilir ki!

*

12

Vatandaş Olma Hasreti

Agos/Azınlıkça, Nisan 2013

“İstanbul’u terk etmiş olan Rumlar geri gelebilir, gelsinler, buyur ediyoruz; bu insanlar bizim vatandaşlarımızdır; geçmişte hatalar oldu, artık değiştik; ama Atina’da cami de açılsın, ki biz de Ruhban Okulunu açalım; vakıf taşınmazlarını iade ettik; Batı Trakya’da müftüyü Müslüman azınlık seçsin, zaten Patrik seçimine biz karışıyor muyuz?”
Bunları okuyorum Türkiye basınında. Resmi kimseler söylüyor bunları. Okuyanlara da bunlar çok makul geliyor sanıyorum: Aklıselimin örneği gibi. Güzel sözler, hatta milli gururu okşayan sözler. Biz neler yapmışız neler; oysa “ötekiler” yapmıyor! Ama bana – gidenlerden biri olan bana – bu sözler aynı etkiyi yapmıyor. Çünkü bu sözler – bana göre - çelişki dolu. Beni rahatsız eden, “gittiğim” için pişmanlık duymamama neden olan sözlerdir bunlar.
Azınlık üyesi olarak en büyük şikâyetim, hatta tek şikâyetim, eşit vatandaş sayılmamış olmamdır. Anayasada sözü edilen “herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir” maddesi bana uygulanmadı. Azınlık üyesi olarak görüldüğüm için. 1942’den bugüne “farklı” uygulamaların pek çok örneğini yaşadım. İlginçtir, bu arada ben hiçbir an “azınlık üyesi” olduğumu iddia da etmedim, bu özelliğimi öne çıkararak ek bir hak da talep etmedim. Benim ve ailemin başına ne geldiyse devletin ve toplumun beni algılama biçiminden geldi. Beni ötekileştirdi,“yabancı” saydı; kısacası vatandaş saymadı.
Kendimi azınlık üyesi görerek Lozan Antlaşmasına ve azınlıklara sağlanması gereken haklardan da söz edebilirdim, edebilirim. 37’den 44’e bu antlaşmanın hiçbir maddesi uygulanmadı. Şunlar öngörülüyordu: Hiçbir yasa bu maddelere karşı olmayacaktı; eşitlik tam olacaktı; mahkemede ana dilin kullanımı ve kamuda çalışma temel hak sayılacaktı; azınlıklara kendi kurumlarını kurmak ve işletme hakkı tanınacaktı; eğitimde her türlü kolaylık sağlanacaktı; her türlü kurum kurulabilecekti; din konusunda tam saygılı olunacaktı; bu maddelerde belirtilen haklar ihlal edildiğinde Uluslararası Adalet Divanına başvurulacaktı.
Bence en önemli ve tam olarak ihlal edilen madde son maddedir. Devletler karşı tarafta gördüğü kötü uygulamalarla ilgili şikâyetleri bir “divana” başvurarak çözmeye çalışmak yerine azınlıkları rehine gibi kullanarak halletme yoluna gitti. Böyle bir uygulama hemen semere veren bir yol sayıldı; yani azınlıklar “araç” olarak görüldü. Bu yol “pratik” ve pragmatik olabilir, ama bu uygulama en nihayette azınlıkları – ve beni - “araca” dönüştürür. Tabii bu uygulama “vatandaşlık” anlayışının kökünden reddi anlamını da taşır: İstanbul’da bazı kişileri bulunduracağız, Batı Trakya’da soydaşlarımız sorunlar yaşadığında da, benzer sorunları bu kişilere yaşatacağız. Karşı tarafta durum düzelirse biz de buradakileri rahat ettireceğiz; oradakiler sürünürse, biz de elde bulundurduklarımızı süründürürüz! Ben bu “karşılıklılık” anlayışını böyle algılıyorum; hep böyle de yaşadım.
Oysa ben isterdim ki, yabancı bir ülkede Türk soyundan olan insanlar acı çektiklerinde bedelini vatandaşı olduğum ülkede ben ödemeyeyim. Zaten neden ödeyecekmişim? Ben bu ülkenin “eşit vatandaşı” değil miyim, böyle sayılmam hakkım değil mi? Atina’da cami varmış veya yokmuş, Gümülcine’de müftü seçilemiyormuş … böyle bir durum İstanbul’daki Hasan’ın ve Ahmet’in hayatını doğrudan etkilemiyor da Yorgo’nun hayatını etkiliyorsa “vatandaşlıktan” ve “eşitlikten” geriye ne kalıyor? Ve kâbus gibi bir soru: ya karşı taraf bir 6/7 Eylül senaryosunu uygularsa ben ne olacağım? “Geri gelin” demeden önce geri geleceklerin statüsünü açıkça ve samimi bir biçimde belirlemek gerek. Ben şahsen rehine rolünü üstlenmek istemiyorum.
Son yıllarda azınlıklara gerçekten haklar tanındı; bazı vakıf mallarının iadesi, dini bazı serbestlikler gibi hoş girişimlerdir bunlar. Hakları ihlal eden hükümetlerle, hakları iade eden hükümetin farkını tanımak gerek. Bu hakların cemaate değil “vatandaşlara” sağlanmasını tercih ederdim. Bu cümlenin ne anlama geldiğini belki başka bir yazıda açıklık kazandırırım. Ama bu sağlananların Nasreddin Hoca’nın bir hikâyesini hatırlattığını da ekleyeyim. Hani, adamın biri “evde çok sıkışığız” şikâyetinde bulununca, eve köpeği de, eşeği de al, demesi, sonra da onları çıkar ve rahatla tavsiyesinde bulunması hikâyesini… Bu tür “bağışları”, başkaları nasıl algılıyor bilemem, ama ben bu hak iadelerini milli gurur, övünme nedeni veya pazarlık konusu yapılmamasının gerektiğine inanıyorum. Bir hak ihlalinin düzeltilmesi “bağış” değildir ve bu alanda şükran duyulması da gerekmiyor.
Peki, ya Yunanistan bu konularda ne yapıyor? Daha mı iyi orası, daha mı hakkaniyetli? İşte bu soru da Ahmet’e sorulmuyor, Yorgo’ya soruluyor! “Eşit” sayılan iki vatandaştan yalnız biri bu soru ile karşı karşıya; ve hesap ve bedel ödeme durumunda. O da kendini bu sorunun doğal muhatabı saymaya başlayınca, cevap vermeye başlayınca “vatandaş” olmaktan çıkıyor; “öteki” oluyor. Ve çıkıp gidiyor genellikle. Geri dönmesi için ilk şart ise bu soruya cevap verme durumunda kalmamasıdır sanıyorum.
Söylediğim basit: Bir insanın bir ülke vatandaş duygusunu taşıması için o ülkede vatandaş olması gerekir. Eşitlik yoksa vatandaşlık da yoktur. Vatandaşlık, modernite ile ortaya çıkmış çağdaş bir kavramdır; reaya olmak, Osmanlı dönemi anlamında “millet” veya cemaat olmak başka bir şeydir. Ben, kendi hesabıma, vatandaş olarak yaşamak istiyorum. Türkiye’den bütünüyle kopmadımsa, bu yolda, benimle aynı görüşte olan, bana tam destek veren insanların bulunmasındadır. Bu insanlar azınlıkta şu anda; benim gibi onlar da. Onlar var diye umudumu tam kaybetmedim. Bir gün gelecek vatandaş olacağım.

*

Bu son yazıyı yazdıktan sonra 48 yıl önce yazdığım bir yazımı hatırladım. O yıllarda başbakan olan Suat Hayri Ürgüplü “Kıbrıs’ta bir Türk öldürülürse İstanbul’da yeniden bir 6/7 Eylül olur” şeklinde bir demeç vermişti. Bende Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan bir açık mektup yayınlamıştım. Aşağıdadır. Onda da “rehine” kelimesi geçiyor. Bu kelime yarım yüzyıl beni rahatsız etmiş demek. İki yıl sonra da askere gittiğimde her yüksek eğitim alan genç gibi subay olamadım; “çavuşa çıkardılar”. 17 Ekim 1965 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayınlan yazım şöyleydi:


Kıbrıs’ta Bir Türk Öldürülürse...

Ben yakında Anadolu’ya askerlik vazifemi yapmaya gidecek fakat bir 6/7 Eylül tehlikesi altında olan bir Türk’üm. Önümüzdeki hafta sayımda Türkiye’nin nüfusunda ‘artı bir’ olarak sayılacak bir Türk’üm fakat bu arada Amerikalı bir Yunanlı milyoner Ortodoks Patrikhanesi adına atar tutarsa yaşayışının gidişi aksayacak bir Türk’üm. Türkiye’de çalışacak ve ölecek bir vatandaşım, fakat Kıbrıs’ta bir sapık masum bir Türk’ü öldürürse eğer, mesken masuniyeti kalmayacak bir Türk’üm. Ben bir Türk’üm, ve bin sapık yüz Türk’ü katletse, Türkiye’de hayatı tehlikeye girecek bir Türk’üm.
İlkokulda her sabah beş yıl ayağa kalkar ‘Türk’üm doğruyum...’ derdim, fakat bugün Türkiye’nin Başbakanı bana Türk halkından sakın kendini diyor, eğer Kıbrıs’ta bir Türk öldürülürse...
6/7 Eylül’ü yapanlar Yassıada’da hesap verdiler. Tarih o yüz karası geceyi Türk halkına mal edemez. O utanç gecesi birkaç iflas etmiş politikacının sinir kriziydi. Ve bugün verilecek demeç şöyle olmalıydı: ‘Eğer Kıbrıs’ta bir Türk öldürülürse, Türkiye sınırları içinde intikam almak için rehinemiz yoktur!’
Herkül Millas

***

 

Your are currently browsing this site with Internet Explorer 6 (IE6).

Your current web browser must be updated to version 7 of Internet Explorer (IE7) to take advantage of all of template's capabilities.

Why should I upgrade to Internet Explorer 7? Microsoft has redesigned Internet Explorer from the ground up, with better security, new capabilities, and a whole new interface. Many changes resulted from the feedback of millions of users who tested prerelease versions of the new browser. The most compelling reason to upgrade is the improved security. The Internet of today is not the Internet of five years ago. There are dangers that simply didn't exist back in 2001, when Internet Explorer 6 was released to the world. Internet Explorer 7 makes surfing the web fundamentally safer by offering greater protection against viruses, spyware, and other online risks.

Get free downloads for Internet Explorer 7, including recommended updates as they become available. To download Internet Explorer 7 in the language of your choice, please visit the Internet Explorer 7 worldwide page.